“Kaybolan Bağlar”: Toplumsal Depresyon | Ali Eren Demir

Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar (2019) adlı eseri, depresyonun sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun olduğunu vurgulayan çarpıcı bir incelemedir. Hari, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak depresyonla ilgili iki farklı hikâyeyi paylaşır. İlk olarak, gençlik yıllarında depresyonun tamamen içsel bir sorun olduğuna inanmıştır; bu, onun için gerçek değil, hayali, hatta utanç verici bir durum olarak algılanmıştır. Ancak sonrasında, beyindeki kimyasal bir dengesizlikten kaynaklandığına inanmıştır. Ancak Hari’nin gözlemleri, depresyonun kökenlerinin tamamen kişisel olmadığını gösterir. Kitap, depresyon ve kaygının artmasının temel sebebinin, bireylerin yaşadığı toplum ve bu toplumun değerlerinde yattığını ortaya koyar. Kaybolan Bağlar, sadece bireylerin içsel dünyalarını değil, aynı zamanda toplumsal yapıları da sorgular.

Hari’nin (2019) derinlemesine araştırması, depresyon ve kaygının geniş bir yelpazede toplumsal faktörlerden etkilendiğini gösterir. Kitap, sadece semptomları ele almaktan öteye geçerek, kök nedenleri incelemeye odaklanır. Hari, depresyonun nedenlerini anlamak için sadece bilimsel araştırmalara değil, aynı zamanda kişisel deneyimlere ve toplumsal gözlemlere dayanır. Hari’nin Kaybolan Bağlar’ı (2019), depresyonu sadece bir bireysel huzursuzluk olarak değil, aynı zamanda toplumun bir yansıması olarak ele alır. Kitap, bireylerin ve toplumun, ilaçlarla değil, daha kalıcı ve sağaltıcı çözümlerle yüzleşmesi gerektiğini vurgular. Hari, depresyon ve kaygıyla mücadelede yeni bir bakış açısı sunar, bunun sadece kişisel değil, toplumsal bir sorun olduğunu anlatır ve gerçek çözümleri bulmanın ilk adımının toplumsal bağların yeniden kurulması olduğunu öne sürer. Hari (2019), depresyon ve kaygının çeşitli kökenlerini inceler. İçsel ve dışsal faktörlerin etkileşimi altında, insanların yaşadığı kopuklukları dokuz farklı başlık altında ele alır. İlk neden “Anlamlı Çalışmadan Kopuk Olmak” iken, “Diğer İnsanlardan Kopuk Olmak” ve “Anlamlı Değerlerden Kopuk Olmak” gibi başlıklar da dikkat çeker. Hari (2019), kitap boyunca çeşitli nedenleri detaylı bir şekilde incelerken, depresyon ve kaygının karmaşık yapısını anlamaya ve bu sorunlarla başa çıkma stratejilerini geliştirmeye yardımcı olur.

20. yüzyıldan itibaren ilaç şirketleri, insanları herhangi bir vücut problemi olduğunda hemen ilaç almaya alıştırarak bir bağımlılık oluşturmuştur. Bu alışkanlık, şimdi de psikolojik rahatsızlıklar için sürdürülmektedir. Ancak, belki de depresyonu geçireceğini iddia ettikleri ilaçların asıl sorunu çözmediği, hatta belki de tepkisel bir çözüm olduğu düşünülmelidir. Depresyon, sadece bir beyin arızası değil, yaşam tarzı, sosyal çevre, değerler, doğa ile ilişki gibi daha derin ve geniş kapsamlı bir sorunun habercisi olabilir. Belki de depresyon, insanın kendine, yaşamına, zihnine soktuğu olumsuz etkilerin bir sonucu olarak karşımıza çıkar ve bir uyarı işareti olarak hizmet eder. Hari’nin (2019) işlediği gibi, belki de depresyon, hayatı yeniden değerlendirmemiz, gözden geçirmemiz ve içsel dengemizi sağlamamız için bir fırsat sunmaktadır. Kitabın başında bahsedilen olayda olduğu gibi, Hari’nin ifade ettiği gibi, depresyon ve ruh sağlığı bozuklukları için de bizi kötü eden etmenlere dönüp bakmamız gerekmektedir. Doktorunun Hari’ye kusmasının onun için iyi olduğunu söylemesi, bazen acı deneyimlerin bile bize ders verdiğini gösterir. Sürekli mutlu olmak zorunda olmadığımız bir gerçektir. Bu durum, depresyonla mücadelede de geçerlidir; bazen depresyon deneyimleri, bizi hayatımızı daha sağlıklı ve dengeli bir şekilde yaşamaya yönlendirebilir.

Johann Hari’nin kitabında (2019), depresyon ve kaygının çeşitli kökenlerini incelerken, bu sorunların nasıl üstesinden gelinebileceğine dair çözüm yolları da sunmaktadır. “Yeniden Bağ Kurmak” olarak tanımladığı, depresyonla mücadele etmenin yollarını ele alır. Bu yollar, insanların yeniden bağlantı kurabileceği, anlamlı ilişkiler geliştirebileceği ve içsel dengeyi yeniden sağlayabileceği stratejilerdir. Hari(2019), insanların diğer insanlarla bağlantı kurmalarının, sosyal etkileşimlerin ve anlamlı ilişkilerin önemini vurgular. Ayrıca, anlamlı bir iş bulmanın ve değerlere odaklanmanın da depresyonla mücadelede etkili olduğunu belirtir. Duyguları paylaşma ve sevinçten doğan bağımlılıkları aşma da içsel dengeyi yeniden kazanmada önemli bir adımdır. Hari (2019) ayrıca, çocukluk travmalarını kabul etmenin ve bu travmaları aşmanın önemini vurgular. Geleceği yeniden kazanmak, umut ve güven duygusunu geri getirmenin anahtarı olabilir.

Hari (2019), kamu hizmetlerinde çalışan ve işi üzerinde daha fazla kontrol sahibi olan birinin, aynı ücret kademesinde ve aynı statüde olmasına rağmen, işi üzerinde daha az kontrol sahibi olan birine kıyasla depresyona girmeme ya da ciddi duygusal rahatsızlık yaşama riskinin daha az olduğu ifade ediyor. Bu durum, işteki kontrol seviyesinin ve işin doğası gibi faktörlerin bireylerin ruh sağlığı üzerindeki etkisini göstermektedir. İkinci olay ise, Joe adlı bir kişinin yaşadığı iç çatışmayı ve toplumsal beklentilerin getirdiği baskıyı ele almaktadır. Joe, yıllardır işinden ayrılıp Florida’ya gitmeyi düşünmektedir. Ancak, içsel bir baskı ve toplumsal beklentiler, onu bu adımı atmaktan alıkoymaktadır. Joe, hayatında değişiklik yapmanın gerçek mutluluğu getirebileceğini bilmektedir, ancak maddi statü ve dışsal görünüm gibi faktörlerin onu geri tuttuğu görülür. Bu olay, toplumun bireyler üzerindeki etkisinin yanı sıra, içsel çatışma ve gerçek mutluluğu bulma arayışını da vurgular. Bu iki olay, insanların iş yaşamı, toplumsal beklentiler ve içsel mücadeleler arasındaki dengeyi bulma çabalarını anlatarak, depresyon ve kaygı gibi ruhsal sorunların karmaşıklığını ve kökenlerini açıklar. Bu iki olay, kitapta önemli bir tema olan iş yaşamının ve toplumsal beklentilerin bireyler üzerindeki etkisini vurgular.

Alman Konrad-Adenauer Vakfı tarafından Türkiye’de yapılan bir saha araştırması gençlerin büyük çoğunluğunun gelecekten umutsuz olduğunu ortaya koydu[1]. Araştırma sonuçları, Türkiye’deki gençlerin genel olarak umutsuz bir atmosferde yaşadığını ve geleceğe dair kaygılar taşıdığını göstermektedir. Ekonomik koşulların belirsizliği ve hayat pahalılığı gibi faktörler, gençlerin geleceklerini olumsuz bir şekilde değerlendirmelerine neden olmaktadır. Bu durum, ülke içindeki ekonomik belirsizliğin ve enflasyonun gençler üzerindeki olumsuz etkisini yansıtmaktadır. Ayrıca, gençlerin büyük bir kısmının başka bir ülkede yaşama arzusunu ifade etmeleri, ülkedeki siyasi ve ekonomik atmosfere olan güvensizliklerini ve memnuniyetsizliklerini göstermektedir. Temel kamu kurumlarına, siyasi partilere ve medyaya olan güvenin düşük olması, gençlerin siyasi süreçlere ve yönetim kurumlarına karşı şüpheci bir tutum sergilediğini göstermektedir. Öte yandan, gençlerin bilim insanlarına ve orduya olan güveninin yüksek olması, bu kurumların toplum içindeki saygınlığını ve güvenilirliğini vurgulamaktadır. Siyasi liderlere olan güvenin düşük olması ve gençlerin mevcut göçmen politikasını eleştirmeleri, siyasi arenadaki memnuniyetsizliği ve eleştirel tutumu yansıtmaktadır. Bu bağlamda, yeni belediye başkanlarının gençler arasında popülerliğinin yüksek olması, belki de yeni bir lider figürüne duyulan ihtiyacı yansıtabilir. Genel olarak, araştırma sonuçları Türkiye’deki gençlerin siyasi, ekonomik ve toplumsal konulardaki endişelerini ve memnuniyetsizliklerini yansıtmakta ve ülkedeki genç nüfusunun geleceğe dair belirsizliklerle karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Gallup tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye’de çalışanların yüzde 85’i mutsuz, dünya geneli için bu oran % 87, mutsuzluğun Türkiye ekonomisine yıllık maliyeti 60 milyar TL[2].  Türkiye’de çalışanların yüzde 85’inin mutsuz olduğu ve bu mutsuzluğun ekonomiye yıllık 60 milyar TL maliyet getirdiği belirtilmektedir. Bu yüksek mutsuzluk oranı, iş yerlerindeki memnuniyetsizliğin ve stresin sadece çalışanlar üzerinde değil, aynı zamanda ekonomi üzerinde de önemli bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle, OECD’nin yayımladığı İstihdam Görünümü Raporu’na göre, Türkiye’de çalışanlar yılda 1.832 saatini iş yerinde geçirmektedir. Bu uzun çalışma saatleri, iş yaşamı ile kişisel hayat arasındaki dengeyi bozabilir ve çalışanların stres seviyelerini artırabilir. Uzun çalışma saatleri, iş yerindeki mutsuzluğun ve memnuniyetsizliğin artmasına ve dolayısıyla verimliliğin düşmesine katkıda bulunabilir. Ayrıca, Great Place to Work tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye iş yerinde mutluluk sıralamasında 45 ülke arasında 41’inci sıradadır[3]. Bu da iş yerlerinde çalışanların genel mutluluk seviyelerinin düşük olduğunu göstermektedir. İş yerindeki mutluluğun düşük olması, çalışanların motivasyonunu ve bağlılığını azaltabilir ve dolayısıyla iş verimliliğini olumsuz yönde etkileyebilir. Tüm bu veriler, iş yerlerindeki mutsuzluğun ve memnuniyetsizliğin sadece bireyler üzerinde değil, aynı zamanda ekonomi üzerinde de önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, iş yaşamında daha iyi koşulların sağlanması ve çalışanların mutluluğunun artırılması, hem bireylerin hem de ekonominin daha sağlıklı bir şekilde işlemesine yardımcı olabilir.

Günümüzde, birçok insan sevmedikleri işlerde çalışmakta ve anlamlı bir iş yapmadıklarını düşünmektedirler. Özellikle hemşirelik, memurluk, öğretmenlik gibi mesleklerde çalışan insanlar, kendilerini ve yaptıkları işi yabancılaşmış hissetmektedirler. Birçok insan, işlerinden memnun olmamalarına rağmen, elde ettikleri gelirin kaybı ve maddi güvence endişesi nedeniyle bu işlerden ayrılmak istememektedirler. İşsizlik korkusu, çalışanları sevmedikleri işlerde kalmaya iterken, aynı zamanda bu işlerde çalışan insanlar da mutsuz ve huzursuz hissetmektedirler. Anlamlı bir iş yapmadıkları için, insanlar kendilerine dair hiçbir şey ortaya koyamadıklarını düşünmektedirler. Bu durum, uzun yıllar aynı rutinde çalışmak zorunda olmanın bir tür müebbet hapis gibi hissedilmesine neden olabilir. Bu nedenle, insanların işlerinde anlam bulmaları ve kişisel tatmin sağlamaları önemlidir.

Günümüzde insanlar, maddi sıkıntılar ve evlerine kapanmışlık gibi nedenlerle dışarı çıkacak paralara sahip olmadıkları için genellikle evlerinde yalnız kalmaktadırlar. Bu durum, toplumda geleneksel dayanışma ve birlik duygusunun zayıflamasına ve bireyciliğin ön plana çıkmasına neden olmaktadır. Herkesin kendi sorunlarıyla baş başa kaldığı bir ortamda, insanlar giderek diğerlerinden kopuk hissetmekte ve ruh sağlıkları bozulmaktadır. Bu durum, “Diğer İnsanlardan Kopuk Olmak” olarak ifade edilebilir. İnsanlar, kendi içlerine kapanarak toplumdan soyutlanmakta ve birbirleriyle olan bağlarını zayıflatmaktadırlar. Aynı zamanda, modern yaşamın getirdiği hızlı ve rekabetçi ortamda, anlamlı değerlerin göz ardı edilmesi de yaygın hale gelmiştir. İnsanlar, maddi kazanç ve başarı odaklı bir yaşam sürerken, manevi değerlerden ve toplumsal ilişkilerden uzaklaşmaktadırlar. Bu da “Anlamlı Değerlerden Kopuk Olmak” olarak adlandırılabilir (Hari, 2019, s. 123). Şehirlerde ve köylerde, insanlar artık birbirleriyle pek etkileşime girmemekte ve sosyal bağlar zayıflamaktadır. Milli takım gibi toplu sevinç ve birlik duyguları dahi eskisi gibi yaşanmamaktadır. Bu da insanların daha da yalnızlaşmasına ve ruh sağlıklarının bozulmasına yol açmaktadır. Günümüzde milli takım sevinçleri bile 2002 yılındaki coşkulu ve birleştirici atmosferle kıyaslandığında oldukça sönük kaldığı söylenip durulmaktadır. Bu durum, insanların bir araya gelerek ortak bir sevinç ve birlik duygusu yaşama konusundaki isteksizliğini göstermektedir. Artan bireycilik ve toplumsal kopukluk, milli takım sevinçlerinin bile eskisi gibi toplumda heyecan yaratamamasına neden olmaktadır. Bu durum, toplumsal bağların zayıfladığını ve insanların birbirlerine duyduğu güvenin azaldığını göstermektedir.

Günümüzde, toplumsal kopukluk ve değer yargılarının değişimi, mutsuzluğun ve psikolojik sorunların yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Çocuklar, mutsuz bir sosyal yapı içinde büyümekte ve bu ortam, onların gelecekte de mutsuz bir şekilde yetişkinler olmalarına katkı sağlamaktadır. Johann Hari’nin ilginç bir deney paylaşarak belirttiği gibi, bazı bireyler, çocukken maruz kaldıkları taciz gibi olumsuz deneyimler sonucunda kilolu olmayı tercih edebilmektedirler. Bu durum, çocukların kendilerini koruma mekanizması olarak geliştirdikleri bir tepki olabilir. Ayrıca, toplumda saygı ve statü görmeyen insanlar, her akşam evlerine dönerken içlerine kapanmakta ve değersizlik hissiyle baş başa kalmaktadırlar. Bu durum, özellikle şiddet içeren sosyal ortamlarda büyüyen çocukların, ilerleyen yaşamlarında kendilerini aşağılanmış ve yalnız hissetmelerine neden olmaktadır. Beton duvarlarla çevrili bir yaşam, doğal dünyadan kopuk bir yaşam tarzını beraberinde getirerek insanları içsel olarak yalnız ve değersiz hissettirebilir. Umutlu bir gelecekten kopuk olmak da, insanların ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen faktörlerden biridir. Bu nedenler, depresyon ve kaygının karmaşık yapısını anlamamıza ve bu sorunlarla başa çıkma stratejileri geliştirmemize yardımcı olabilir.

Hari, bu sorunların bireylerin ve toplulukların bir araya gelerek, doğal dünya ile yeniden bağ kurarak, anlamlı işlerde çalışarak aşılabileceğini savunmaktadır. Ancak, bu çözümlerin kolay olmadığının da altını çizmektedir. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak, bu tür değişikliklerin zorluğunu ve mevcut durumdan çıkışın mücadele gerektirdiğini vurgulamaktadır. Örneğin, uzun yıllar işçilik yapan birinin, ani bir şekilde yaşam tarzını değiştirerek balıkçı kulübesi alması kolay değildir. Benzer şekilde, yıllardır hemşirelik yapan bir kişinin de benzer bir değişikliği yapması ve umutsuzluğunu aşması zor olabilir. Gerçekten de insanlar uzun süre bir mesleği icra ettikten sonra, bu mesleği terk edip tamamen farklı bir alana yönelmek istemezler. Örneğin, birçok hemşire, geleceğe umutsuz bir şekilde bakmakta ve bir başka ülkeye göç ederek farklı bir kariyer yapmayı düşünmektedir. Bu durumlar, bireylerin yaşamlarında önemli değişiklikler yapma konusundaki tereddütlerini ve zorluklarını göstermektedir.

Johann Hari’nin kitabında vurguladığı gibi, depresyonun temelinde birçok değerin kaybı yatmaktadır. Doğadan uzaklaşmak, anlamlı değerlerden uzaklaşmak, materyalist bir zihniyet ve abur cubur gibi değerlere saplantılı bir şekilde bağımlılık, depresyona sürükleyen faktörler arasında yer alır. Hari, bu durumu kendi yaşam örnekleriyle destekleyerek ve güçlü bir dille anlatarak ortaya koyuyor. Depresyonun sadece bir ilaç alarak anında iyileşebilecek bir hastalık olmadığını, bu sorunun altında yatan derin sebepleri çok değerli bir şekilde açığa çıkarıyor. Türkiye’de ise bu sorunlarla nasıl başa çıkabilir? Hari’nin kitabında da belirttiği gibi, bir dönem Kanada’da denenmiş olan evrensel temel gelir gibi yöntemler düşünülebilir. Bu yöntem, herkese geçinmeleri için yeterli miktarda para vererek güvensizlik duygusunu azaltmayı hedefler. Örneğin, Dauphin’de[4] yapılan deneyde herkese belirli bir miktarda para verilerek, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaları sağlanmıştır. Bu fikir Richard Nixon gibi sağcı siyasetçiler tarafından dahi tartışılmış, ama daha önce hiç denenmemişti. Kanadalılar bunu tek bir yerde denemeye karar verdiler. Böylece Dauphin ahalisine birkaç yıl için şöyle bir garanti verildi: “Hükümet her birinize kayıtsız şartsız (günümüz parasıyla) 19.000 dolar karşılığı para verecek. Endişelenmenize gerek yok. Ne yaparsanız yapın, bu temel gelir sizin olacak. Sizin hakkınız bu.” Bu tür adımlar, insanların yaşamlarını sürdürmelerini ve daha iyi bir ruh sağlığına sahip olmalarını desteklemiştir. İnsanlar kendilerine vakit ayırmış, çocukları ile daha fazla vakit geçirmiştir. günümüzde herhangi bir insana para olunca ne yapacağını sorduğumuzda direkt olarak hobilerinden ve hayallerinden bahsetmektedir. Hatta kimi hayaller o kadar küçüktür ki “adana yemek” bile yer almaktadır. Kitap yazmak için daha fazla vakti olmak, dünyayı gezmek, iyi bir şarap içmek ölmeden önce… Böyle birçok hayali olan ve ölünceye kadar bunu gerçekleştiremeyeceğini bilen milyonlarca insan mutlu olabilir mi?

Bu deney, depresyonun kökenleri ve tedavisi konusunda önemli bir ışık tutmuştur. Johann Hari’nin de vurguladığı gibi, depresyon sadece kimyasal bir dengesizlikten kaynaklanan bir hastalık değildir. Derinlemesine yapılan araştırmalar ve gerçek yaşam örnekleri, depresyonun arkasında yatan derin nedenleri ortaya koymuştur. Doğadan ve anlamlı değerlerden uzaklaşma, toplumsal bağların zayıflaması, yalnızlık ve ekonomik belirsizlik gibi faktörler, depresyonu tetikleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Ancak, umutsuzluğa kapılmamak ve depresyonla başa çıkmak mümkündür. Johann Hari’nin kitabında ve Kanada’nın temel gelir deneyinde görüldüğü gibi, toplumun destekleyici bir yapı oluşturması ve bireylere güvence verilmesi önemlidir. Temel gelir gibi uygulamalar, insanlara ekonomik güvence sağlayarak stresi azaltabilir ve depresyonla mücadelede önemli bir adım olabilir. Bu deney, bireylerin ve toplumun depresyonla mücadelede farklı yaklaşımlar geliştirmesi gerektiğini göstermektedir. Doğaya, toplumsal ilişkilere ve anlamlı değerlere yeniden bağlanmak, ruh sağlığını güçlendirebilir ve depresyon riskini azaltabilir. Ancak bu, kolay bir süreç değildir ve toplumsal düzeyde değişiklikler gerektirir. Herkesin katkısıyla, depresyonla mücadelede daha etkili ve destekleyici bir toplum oluşturulabilir.

Kaynak

Hari, J. (2019). Kaybolan Bağlar Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler (B. E. Aksoy, Çev.). Metis Yayınları.


[1] https://tr.euronews.com/2022/02/15/z-kusag-arast-rmas-turkiye-de-gencler-gelecekten-umutsuz-cogunluk-yurt-d-s-nda-yasamak-ist

[2] https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/turkiyede-calisanlarin-yuzde-85i-mutsuz/

[3] https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/turkiyede-calisanlarin-yuzde-85i-mutsuz/

[4] Dauphin, Kanada’nın Manitoba kentinde, 2021 Kanada Nüfus Sayımı itibarıyla 8.368 nüfusa sahip bir şehirdir.

Önceki İçerikTeorisyeniniz Devrimciydi / Erkin Özalp (Haftanın Kitap Önerisi)
Sonraki İçerikEduardo Galeano: Edebiyat Üzerine
Toplum ve Ütopya, ereği sosyal bilimler alanında düşünce ve bilgi üretmek olan kolektif çalışma esaslı bir sosyal bilimler web sitesidir. Sosyal bilimlerin her alanından kuramsal ve ampirik çalışmalara sayfaları açıktır. Epistemolojik ve metodolojik anlamda belirli yaklaşımlarla örülü sınırlamaları yoktur. Sosyal bilimlerin içerisindeki yöntemsel farklılıkları içerisinde barındırır. Sorgulayan, araştıran ve üreten sosyal bilim insanlarının ürettiği nitelikli içerikleri toplumun her kesiminin zihni faydasına sunma kaygısı ve sorumluluğu taşımaktayız. Sosyal bilimler alanına ufak da olsa katkı sağlamak en temel hedeflerimizdendir. Aynı kaygı ve sorumlulukları taşıyan sosyal bilimlerin çeşitli disiplinlerindeki araştırmacılarla ortak bir platformda buluşarak bilgi ve tecrübelerin geniş kitlelere aktarılması için fikri üretimde bulunmaktan onur duyarız. Yazı göndermek ve bilgi almak için e-posta adreslerimiz: iletisim@toplumveutopya.com