Sosyal Toleransın Evrimsel Kökenleri Üzerine | Muhsin Altun

0
758

Giriş

Sosyal tolerans, diğer şeylerin yanı sıra rekabet rejimini, gıdaya erişimi, öğrenme davranışını ve katılımı etkilemekle; insanlar dâhil grup halinde yaşayan hayvanların yaşamı üzerinde önemli etkilere sahiptir. Sosyal toleransı görece yüksek bir toplumda yaşamanın avantajları açıktır: Yüksek sosyal tolerans sergileyen türlerin davranışsal anlamda daha esnek olacaklarını varsayarız. Bu gibi türlerin üyeleri, yeni şeylerle daha sık etkileşime girerler ve daha az neofobik görünürler; grup ortamlarında daha hızlı öğrenirler ve yabancılarla etkileşime girerken bile daha yüksek düzeyde toplumcul (prososyal) davranış ve işbirliği sergilerler.

Bu eğilimler, genel olarak insan türünün evrimsel tarihi açısından da önemlidir. Günümüzde insan hareketliliğinin adeta “kavimler göçü” boyutlarına ulaşması, geçmişte belirli bir coğrafyaya adreslenen kültürlerin üyeleri için aşina olmadıkları yeni “karşılaşma” zeminleri sunmaktadır. Bu karşılaşmaların yol açtığı etnik-dini gerilimleri yönetme zorunluluğu, sosyal hoşgörü konusunu akademi ve siyasetin kalıcı gündem maddelerinden biri haline getirmeye aday görünmektedir. Sosyal hoşgörüdeki değişkenliklerin evrimsel arka planını anlamak, özellikle çatışma, gerilim ve hoşgörüsüzlük gibi ilişkili sosyal fenomenlerin açıklanmasını kolaylaştırabilir.

Primatlarda Hoşgörü

Kimi zaman müsamaha veya tahammül, çoğu zaman “hoşgörü” sözcüğüyle karşıladığımız tolerans, evrimsel açıdan genellikle “tahakküm” kavramıyla ilişkili biçimde tanımlanmaktadır. Çünkü tolerans, bilhassa güç ve kudret sahibi bireylerden sadır olduğunda anlamlıdır. Tanınmış primatolog Frans B.M. de Waal, sosyal toleransı “baskın bireylerin kendi üstün konumlarını kaynakları tekelleştirmek için kullanmaktan sakınması” olarak tanımlamıştır. Burada sosyal tolerans, baskın bir bireyin ya da ikili bir ilişkinin özelliğine gönderme yapar. Grubun diğer üyeleriyle yan yana oturan, onlarla birlikte yiyip içen, kendisinden gıda araklamalarına göz yuman ya da dışlayıcı sahiplenme arzusunu gemleyen bir Alfa erkeğinin sosyal toleransa sahip olduğu değerlendirilir.

Sosyal tolerans, primatoloji literatürüne ilk kez De Waal’ın “Bir Rhesus Maymun Grubunda Sınıf Yapısı: Tahakküm ve Hoşgörü Arasındaki Etkileşim” (1986a) başlıklı makalesiyle girdi. Yine aynı yıl yayınlanan “Primatlarda Tahakküm ve Sosyal Bağların Entegrasyonu” (1986b) başlıklı makalesinde, De Waal kavramı daha ayrıntılı biçimde tanımladı. Tahakküm-itaat ilişkisini ast ve üst bireyler arasındaki bir tür barış anlaşması olarak gören De Waal’a göre, [kaynaklara erişimde] önceliklerin belirlenmesi bu anlaşmaların sonucu olsa da primatlarda bu konuda dikkate değer bir esneklik vardır. Bu esneklik, kısmen ast konumdaki bireylerin konumlarından beklenenin ötesindeki rekabetçi başarıları, kısmen de baskın bireyin kendini sınırlayıp hoşgörü göstermesi nedeniyledir (1986b: 461). Eş deyişle, hoşgörü her zaman alicenaplığın bir işlevi değildir; alttakilerin sürpriz başarıları da hoşgörüyü davet edebilir.

De Waal (1986a) tarafından önerilen ilişkisel modele göre, hoşgörü, bireyler sosyal çatışma içinde olduklarında ortaya çıkabilecek üç sonuçtan biridir (diğer ikisi, çatışmadan kaçınma ve çatışmanın tırmanmasıdır). Bunlardan hangisinin ortaya çıkacağı, potansiyel çatışmaya neden olan kaynağın değerine, saldırganlık halinde bedensel zarar görme riskine ve ilişkinin değerine bağlı olacaktır. Buna göre sosyal hoşgörüyü, çok az saldırganlık içeren veya hiç saldırganlık içermeyen “değerli kaynaklar etrafındaki hemcinslere fiziksel olarak yakın olma eğilimi” olarak tanımlamak da mümkündür. Bu hoşgörünün, De Waal’ın teste tabi tuttuğu Rhesus (Macaca mulatta) maymun grubunda, baskın bireylerin kaynaklar üzerindeki kontrol kapasitesini sınırlı ve seçici biçimde kullandığı bağlamlarda gözlenmesi anlamlıdır.

Bir gruptaki sosyal hoşgörü derecesi, kaynaklar üzerindeki grup içi rekabet ile grup üyelerinin genellikle gruplar arası karşılaşmalarda işbirliği yapma veya avcılardan kaçınma ihtiyacı arasındaki dengeyi yansıtır. Vahşi doğada yaşam ve esaret koşullarında (hayvanat bahçesi gibi) yaşam arasındaki zıtlık, sosyal tolerans üzerinde de zıt etkilerde bulunur: Esaret koşullarında, insanlar tarafından düzenli olarak gıda tedarik edilmesi, beslenme rekabetini azaltırken sosyal toleransı artırır. Bağımsız olarak üreyen primatlarda, sosyal toleransın esaret altında daha yüksek olduğu gösterilmiştir (de OliveiraTerceiro vd., 2021: 1) -ki bu da gıdaya erişim keyfiyetinin güçlü etkisine işaret eder.

Sosyal tolerans, primat sosyal ilişkilerinin (işbirliğinin, sosyalleşmenin ve sosyal öğrenmenin evrimi anlamında) esaslı bir boyutunu oluşturur. Primatlarda hoşgörüyü destekleyen en önemli eylem, gıda paylaşımına dayalı sosyal avcılıktır. Çünkü bireyler, birlikte avlanırken kişi başına daha yüksek bir yakalama oranı elde ederler. Şempanzelerde ve beyaz önlü kapuçin maymunlarında (Cebus capucinus) av partisine birden fazla erkek katılır. Sosyal tolerans av etinin paylaşımında kendini gösterir: Paylaşım oldukça düzenlidir; ava katılan erkekler katılmayanlara göre daha büyük paylar alsa da dişiler ve küçükler dâhil grubun bütün üyeleri etten tatminkâr parçalar kaparlar (Van Schaik, 2016: 109).

Bu gözlemler, gıda paylaşımlı sosyal avcılığın neden diğer etçillerde değil de sadece şempanze ve kapuçinlerde evrimleştiği sorusunu gündeme getirir. Bunun başlıca nedeni, sosyal hoşgörünün, katılımcıların birbirine yakın olmalarını ve ihtiyaç duyulduğunda yakınlığın da ötesine geçmelerini mümkün kılacak kadar yüksek olmasıdır. Birlikte avlananlar arasında kötücül şiddet görülmez. Her iki tür de sosyal avlanma koşullarında kişi başına et getirisinin, tek başına avlanmaya göre daha yüksek olduğunun bilincinde gibidir.

Bonobo maymunları (Pan paniscus), sosyal hoşgörü açısından özellikle ilgi çekicidir. Yakın zamana kadar bu türün -aynı aileye mensup- şempanzelerden (Pan troglodytes) daha yüksek bir sosyal hoşgörü derecesi sergilediği kabul edilmekteydi. Örneğin Hare ve Kwetuenda (2010), yiyecek bulunan bir odada tek başına kalan bonoboların, boş bir odaya açılan kapıyı açmazken başka bir bonobonun beslendikleri odaya girmesini sağlayan kapıyı açık tuttuklarını ve denemeler boyunca bu davranışı tutarlı bir şekilde tekrarladıklarını saptamıştır. Eş deyişle, bonobolar tek başlarına yemek yerine başkalarıyla paylaşmayı tercih ediyorlardı. Şempanzeler ise yakın akrabalarıyla gıda paylaşsalar da onlara bu tür kolaylıklar sağlamaya istekli değillerdi.

Buna karşılık, Bullinger ve arkadaşlarının çalışması (2013: 56), “arzulanan yiyecekler” söz konusu olduğunda bonoboların şempanzelerden daha fazla sosyal tolerans sergilemediğini, hatta daha az sergileyebileceğini göstermiştir. Cronin ve arkadaşlarının (2014) karşılaştırmalı “fıstık saçma deneyi” de bu iddiayı desteklemektedir: Belirli ölçütlere göre kaynak bölgesine saçılan fıstıkları (arzulanan yiyecek) toplayan bonobolar, topladıkları fıstıkları tüketmek için hemcinslerinden hızla uzaklaşırken şempanzeler hemcinsleriyle birlikte kaynak bölgesinde kalmayı tercih ettiler. Dahası, bonobolar, gerek kaynağa erişim gerekse tüketim sırasında -hemcinslerinin kendilerine yaklaşmasına izin verme anlamında- aynı şekilde test edilen şempanzelerden daha düşük bir sosyal tolerans sergilemişlerdi.  

Görüleceği gibi, insan dışı primatlardaki hoşgörünün derecesi, büyük ölçüde gıda kaynakları çevresindeki karşılaşmaların doğası tarafından tayin edilmektedir (daha doğrusu, primatologların çoğunun tercih ettiği yöntem budur). Dolayısıyla biz de gıda bolluğu nedeniyle saldırganlık için çok az teşvikin bulunduğu koşulların, gruplararası hoşgörülü karşılaşmaları destekleyen seçilim baskıları yarattığını -ihtiyatı elden bırakmadan- söyleyebiliriz.

İnsanlarda Hoşgörü

İnsanlar da belirli bağlamlarda diğer primatları andıran hoşgörülü davranışlar sergilemektedir. Birçok düzeyde güçlü bir karşılıklı bağımlılığı teyit eden hominin atalarımızın işbirlikçi üreme ve yiyecek arayışlarının (özellikle avlanma), yüksek sosyal hoşgörüyü koşullandırdığını düşünebiliriz.

Türümüzün ilk temsilcilerinden Homo africanus ve Homo robustus, kalın bir mine ile kaplı azı dişlerine sahip olmakla çeneleri görece daha genişti. Esasen avcılık öncesini karakterize eden bu anatominin beslenme açısından anlamı, genellikle ağır çiğneme gerektiren sert, posalı veya lifli yiyeceklerin tüketilmesidir. Dolayısıyla, her iki tür de çenelerin yana doğru hareketini engellemeyecek ve erkeklerin tehdit gösterilerinde kullanamayacakları küçük köpek dişlerine sahipti. Bu durum, erkek saldırganlığında bir azalma veya daha genel olarak, artan sosyal toleransın diyet değişikliğine eşlik ettiğini göstermektedir (Klein, 2002: 37).

Buna karşılık, şempanze ve gorillerin beslenmesi büyük ölçüde olgun meyveler ve ağır çiğneme gerektirmeyen taze yapraklar gibi yumuşak yiyeceklere dayalıdır. Azı dişleri bu nedenle nispeten küçüktür ve yumuşak yiyeceklerin aşındırma ihtimalinin düşük olduğu ince bir mine ile kaplıdır. Çiğneme sırasında çenelerini hareket ettirmek zorunda kalmazlar ve bu nedenle büyük köpek dişlerine sahiptirler. Köpek dişleri, onları tehdit gösterilerinde ve bazen şiddetli kavgalarda kullanan erkeklerde özellikle büyüktür (Klein, 2002: 37).

Kuşkusuz diş ve çene farklılıkları tek başına hoşgörüyü tetiklemiş değildir. Yine de bu tür anatomik farklılıkların beslenme rejimi yanında davranışın diğer veçheleriyle de ilişkili olduğu doğrudur. Nitekim iki ayaklılığın (bipedalism) nedenlerine ilişkin son açıklamalar da bu ilişkiyi teyit etmektedir. Antropologlar Nina Jablonski ve George Chaplin, serbest dolaşan şempanze ve gorillerin, özellikle birbirlerini gıdaya veya dişilere erişim üzerinden tehdit etmek istediklerinde dik durduklarını gözlediler: Ayakta dururken kollarını sallayıp göğüslerini dövüyor, hatta bazen tehdit gösterisini geliştirmek için ağaç dallarını savuruyorlardı. Keza, erkek goriller kendilerini tehdit altında hissettiklerinde eyleme geçmezden önce dik dururlar; şempanzeler tüylerini dikip sallarlar ve böylece daha heybetli görünürler (aktaran Klein, 2002: 56).  Jablonski ve Chaplin, iki ayak üzerindeki baskınlık ya da yatıştırma amaçlı gösterilerdeki artışın, iki ayaklı maymunlar arasındaki şiddetli saldırganlığın azalmasında etkili olduğunu öne sürdüler. Kuşkusuz insanlar da statülerini veya niyetlerini çoğu kez duruşlarıyla işaret ederler. Gergin durumları iki ayak üzerindeki gösterilerle yatıştırmayı öğrenen bireyler, yaralanma veya ölüm risklerini azaltabilir ve böylece nihai analizde üreme şanslarını artırabilirler.

Demek ki insanın iki ayak üzerinde durması, alet kullanımını ve bir şey taşımayı kolaylaştırması yanında sosyal hoşgörüyü teşvik etmesi anlamında da önemlidir. Nitekim öfkeli biçimde tartışan insanları oturduğumuz yerden sakinleştiremeyiz; ayağa kalkmamız ve ayaktakileri oturtmamız gerekir. O yüzdendir ki gergin bir ortamı yatıştırdığımızda kendimizi daha insan hissederiz; ötekilerin insanlığına dair kavrayışımızı ilerletmiş oluruz.

Beslenme rejimi ve anatomik yapı arasındaki karşılıklı ilişki yanında “kaynaklara erişim” keyfiyeti de -diğer primatlarda olduğu gibi- insan hoşgörüsünün evriminde söz sahibidir. Pisor ve Surbeck (2019: 2), insanlarda gruplar arası hoşgörülü “karşılaşma” ve birlikteliklerin sıklığının, onların, mevcudiyeti zaman ve mekân boyunca büyük değişkenlik gösteren kaynaklara olan bağımlılıklarını yansıttığını ileri sürmüştür. Mevsimsel olarak bol ve tekelleştirilemez durumdaki kaynaklar, insan toplulukları arasında hoşgörülü karşılaşmaların temelini oluşturabilir. Buna karşılık, siyaset bilimi alanından bazı bulgular (örn. Sniderman vd., 2004), kaynaklara ilişkin ulusal düzeyde bir tehdit algılamasının, yurttaşlar arasında gelişen bir “ortak kimlik duygusu” ve göçmenleri dışlayıcı tercihlerle ilişkili olabileceğini göstermektedir.

İnsanlar, ölçek itibarıyla diğer primatlarda görülmeyen büyüklükte sosyal ağlara sahiptir. Bu ağlar, çoğu kez grup dışı üyelerle ilişkiyi teşvik eder biçimde yaygındır. Bunun başlıca nedeni, insani “gıda arama” (foraging) ekolojisinin diğer primatlarınkine göre daha fazla kaynak kıtlığı ve yerel olmayan kaynaklara güvenme riski ile malul bulunmasıdır. Dolayısıyla, insanların hemcinsleriyle hoşgörülü karşılaşmalara daha fazla yatırım yapması beklenir.

Hal böyle iken insanlar, genellikle kendilerine benzerlikleri ölçüsünde başkalarına karşı hoşgörülü ya da incitici olabilmektedir. Yetişkinlerde daha belirgin olan bu “benim gibi” psikolojisi, çeşitli bağlamlarda ve kültürlerde grup içi (in-group) kayırmacılık olarak kendini gösterir. Kayırmacılık, Kurzban ve arkadaşlarının (2015) gösterdiği gibi, özel işbirliği ve uyum biçimlerini kolaylaştıran grup içindekilere karşı yüksek derecede hoşgörü ile sonuçlanır.

Grup dışı bireyler karşısında grup içindekileri tercih etme eğilimi, insan gelişiminin erken dönemlerinde ortaya çıkmıştır -ki bu da onun “benim gibi” temelli sosyal ayrımcılığa hazır olduğunu gösterir. “Benim gibi” psikolojisinin Üst Paleolitik’te (G.Ö. 50.000-10.000) insanın kendi kendini evcilleştirmesini (Human Self-Domestication- HSD) sağladığını savunan Hare’nin (2017) aktardığına göre, en son nörobiyolojik kanıtlar ve evrimsel modeller, grup içi prososyalliğin başkalarına karşı paradoksal nezaketimizi ve acımasızlığımızı açıklayabileceğini göstermektedir. Grup içi prososyallik lehindeki seçilim, gerçekten HSD’ye yol açmışsa -bir yan ürün olarak- grup dışı bireylere yönelik saldırganlığın aşırı biçimlerinden de sorumlu olmalıdır.

Özetle, insan hoşgörüsü diğer primatlara nazaran erken bir aşamada olup, maddi koşulların ve “sosyalleşme” eğiliminin ortaklaşa etkisi altında gelişmektedir. John Locke’ın “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” (1689) yazmasının üzerinden 300 yılı aşkın bir süre geçti. UNESCO’nun 16 Kasım gününü “Uluslararası Hoşgörü Günü” ilan etmesi (1995), Avrupa Hoşgörü ve Uzlaşma Konseyi’nin (ECTR) “Hoşgörünün Teşviki ve Hoşgörüsüzlüğün Bastırılması için Avrupa Model Yasası” hazırlaması (2012) vb. girişimler, bu alanda diğer primatlara yetişmemizin biraz zaman alacağını ima etmektedir.

Toplumda Hoşgörü

Çok kültürlülüğün “zenginlik” olarak kabul edildiği modern toplumlarda hoşgörü, grup içi ilişkilerden ziyade grup dışındakilere karşı tutumumuzu değerlendiren yargı yüklü bir kavrama dönüşmüştür. Bu anlamda hoşgörü, baskılama ve olumsuz müdahalelere karşı koyan bir güçtür ve muhalif konumdaki ötekine istediği hayatı sürdürme hakkı verir. Böylece hoşgörüsüzlük de ötekinin hayatının zorlaştırıldığı sosyopolitik koşullara gönderme yapar.

Savaş ve barış üzerine çalışmalarıyla tanınan siyaset bilimci Karl W. Deutsch (1966: 250), toplumların ve hükümetlerin, çok çeşitli davranış kurallarına tahammül etme kapasitelerini geliştirebileceğini öngörmüştü. Buna karşın nerdeyse tüm geleneksel toplumlar ve modern toplumlardaki çoğu küçük gruplar da dâhil olmak üzere birçok etnik-dini topluluk, rakip inanç sistemlerine karşı çok sınırlı bir toleransa sahiptir. Araştırmalar, insanların “grup içi süreklilik” duygusunu korumak istediklerini ve örneğin göç ve artan kültürel çeşitliliğe bağlı toplumsal değişimler bu duyguya meydan okuduğunda, onu sürdürmek için daha güçlü bir şekilde çaba sarfettiklerini ya da daha fazla endişe duyduklarını göstermektedir (Smeekes ve Verkuyten, 2015).

Bu açıdan bakıldığında, farklı sosyokültürel arka plana sahip gruplar arasındaki ilişkilerin tarihinin, soykırım, iç savaş, ayaklanma, baskı ve ayrımcılığın sayısız örneğini sunması şaşırtıcı değildir. Bu örnekler, tek tanrılı dinler ve özellikle İslam söz konusu olduğunda tarihsel olmakla kalmayıp, güncel bir gerçeklik olarak karşımıza çıkabilmektedir. Tarihsel olarak, hoşgörü kavramının XVI ve XVII. yüzyıllarda Avrupa’daki din savaşlarına son vermenin bir yolu olarak doğmuş olması karşısında, benzer koşulların fazlasıyla deneyimlendiği İslam dünyasında muadil bir kavramın ortaya çıkmayışı anlamlıdır.

Bugün milyonlarca Müslümanı -göçmen ya da sığınmacı statüsünde- barındıran Avrupa, sözünü ettiğimiz kavram yokluğunun “karşılaşmalar” üzerindeki etkilerini izlemek için uygun bir deneysel alandır. Araştırmalar, “öteki” hakkındaki aşırı basitleştirilmiş ve hatalı imgelerin ulusal çoğunluklar ve Müslüman azınlıklar arasındaki gerilimleri açıklamada yeterli olmadığını göstermektedir. Değerler düzeyinde, örneğin kadınların şiddete uğrama riski ya da ailesinin sözde onurunu lekeleme kaygısı olmadan Batı toplumuna eşit bireyler olarak katılımı konusunda gerçek ve derinden hissedilen farklılıklar vardır. Keza, Müslüman azınlığı belirli bir eyleme yönlendiren ya da teşvik eden fetvaların yerel yasalarla çatıştığı durumlar nadir değildir. Bu gibi alanlarda gittikçe genişleyen bir literatür mevcuttur (örn. bkz. Levy, 2000).

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki 13 islam ülkesinde[*] dini aidiyet, inanç ve davranışların sosyal hoşgörü üzerindeki etkisini araştıran Spierings’in (2019) bulguları, İslamcı güçlerin iktidarı elinde tuttuğu birkaç durum dışında, insanların dinleriyle özdeşleşme derecesinin toplumsal hoşgörü üzerinde olumsuz bir etkisi olmadığını göstermiştir. Buna karşılık Spierings, camiye ve toplu ibadetlere devamın “etnik-dini hoşgörü” (farklı bir etnik-dini geçmişe sahip insanlarla aynı bölgede yaşama isteği) üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu saptadı. Dahası, İslamcı hükümetlerin hutbe ve vaazların içeriğini resmi olarak belirlediği durumlarda bu etki özellikle güçlü görünmektedir.

Spierings’in 2001-2014 yılları arasındaki 32 Arab Barometer ölçümü ve Dünya Değerler Araştırması’na dayandırdığı çalışması, İslam ülkelerinde “sosyal hoşgörü” derecesinin büyük ölçüde din-devlet ilişkileri üzerinden belirlendiğini ima etmesi açısından önemlidir. Çalışmada sosyal hoşgörü kavramı,“bir arada var olmaya hazır olma, sevilmeyen grubun üyesiyle, onunla komşu olmak gibi kişisel teması sürdürme istekliliği” anlamında kullanılmaktadır.

Toplumsal katılım yoluyla dini sosyalleşmenin hoşgörü üzerinde genel olarak olumsuz bir etkisi vardır. Nitekim sosyalleşme mekanizması, etkinin baskıcı İslam devletlerinde daha güçlü olduğu bulgusuyla daha da desteklenmektedir. Buna karşın din esinli davranışlar, hoşgörü literatüründe çok az incelenmiş; daha ziyade aidiyet veya inançların bir öncülü ya da sonucu olarak görülmüştür. Oysa örneğin Sleijpen’in (2020) yerli Hollandalılar (ethnic Dutch) arasında yaptığı deneysel anket, Müslümanca davranışların (kurban kesimi, kadın sünneti, cami inşası gibi) reddedilmesinin kendi başına Müslümanlarla çok az ilgisi olduğunu; daha ziyade davranış ve pratiklerin algılanan normatif sapkınlığı ile ilgili olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, davranışlar, özellikle ötekilerden sadır olduğunda -arka plandaki inançtan bağımsız olarak- özel bir ilgiyi hak etmelidir.

Keza, sosyalleşme perspektifinden bakıldığında, örneğin dini ritüel ve ayinlere katılmak, hoşgörüyü bağımsız olarak azaltan bir eylemdir. Katılımcılar, -dini hizmetlerin bu tür mesajları ilettiğini varsayarsak- etnik-dini anlamda dışlayıcı veya önyargılı mesajları tüketir ve bu mesajlarla sosyalleşirler. Ben-Nun Bloom ve Arıkan’ın (2012) bulguları, bu tür mesajların, “dini hizmetler” formunda aktarıldıkları senaryoda, öteki etnik-dini gruplara karşı olumsuz tutumları doğrudan beslediğini göstermiştir. Bu açıdan, egemen İslam fıkhının namazları camide ve cemaatle kılmanın fazileti ve hutbeyi sessizce dinlemenin zarureti konusundaki ısrarı anlamlıdır.

Dini inançlar, muhafazakâr geleneksel değerlerle olan ilişkileri nedeniyle değişime muhalefeti, düzen(lilik) arzusunu ve hoşgörüsüzlüğü desteklemektedir. Keza, Scheepers ve arkadaşlarının çalışması (2020), dindar Katolik ve Protestanların Avrupa’daki etnik azınlıklara karşı dindar olmayan (doktriner inançları ve dinsel adanmışlıkları bulunmayan) insanlardan daha fazla önyargılı olduğunu saptamakla; bu eğilimlerin salt Müslümanlara özgü olmadığını doğrulamıştır. 11 Avrupa ülkesini kapsayan çalışma, dindarlığın etkilerinin ülkeler arasında eşit dağıldığını ve herhangi bir yapaylıkla malul olmadığını da göstermektedir. Özetle, dini etkinliklere ne kadar çok insan katılırsa, özellikle baskıcı İslam devletlerinde yaşayanların o kadar az hoşgörülü olacakları sonucuna varmak mümkündür.

Sonuç

Derviş Yunus “yaradılanı hoş gördükYaradan’dan ötürü” derken hoşgörünün kaynağını mistifiye etmiş olsa da inşa halindeki insan hoşgörüsü güçlü maddi temeller üzerinde yükselmektedir. Dahası, dindar bilinç, Yunusça bir hoşgörüden ziyade hoşgörüsüzlüğü destekleme eğilimindedir.

Çok sayıda araştırma bulgusu, din-iktidar ilişkisini alışageldiğimiz sosyolojik yaklaşımlardan önemli ölçüde farklı bir eksende yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Bunun için ilk elde başarmamız gereken, devlet organlarının -seküler anlamda- işlevselliğini ve yurttaşların -her anlamda- güvenliğini sağlamaktır. Bu iki amaçla ilişkili bir kavrayış, yalnızca devlet aygıtının doğasını ve sınırlarını değil, aynı zamanda örgütlü dinin işleyiş tarzını da ele almalıdır. Dinsel kurumlar ve özneler, devlet aygıtından “belirli bir uzaklıkta” konumlandırılmalı ve sadece kendini ona adayanların maddi-manevi desteğine güvenmelidir.

Ömrünü dinsel doktrinlerde uzmanlaşmaya adamış bir din âliminden “hoşgörü üzerine bir mektup” yazmasını beklemek, Türkiye koşullarında muhtemelen aşırı iyimserlik sayılacaktır. Yine de “din adına” yazan ve konuşan biri, istikrarlı bir sosyal grupta yaşamanın asgari düzeyde sosyal hoşgörü gerektirdiğini bilecek kadar sağduyu sahibi olmalıdır. Sosyolog Fredrik Engelstad’ın vurguladığı gibi (Clegg ve Haugaard, 2009: 433), “hoşgörülü olan, hoşgörüsüze belli bir mesafeden tahammül edebilir; ancak hoşgörüsüzlük doktrinleri modern devletin sınırları içinde yer tutarsa, hoşgörü kendi sınırlarıyla karşı karşıya kalır.”

***

Kaynakça

Ben-Nun Bloom, P. & Arikan, G. (2012). A Two-edged Sword: The Differential Effect of Religious Belief and Religious Social Context on Attitudes towards Democracy. Political Behavior, 34(2): 249-276. https://doi.org/10.1007/s11109-011-9157-x

Bullinger, A.F., Burkart, J.M., Melis, A.P. & Tomasello, M. (2013). Bonobos, Pan paniscus, Chimpanzees, Pan troglodytes, and Marmosets, Callithrix jacchus, Prefer to Feed Alone. Animal Behaviour, 85(1): 51-60. https://doi.org/10.1016/j.anbehav.2012.10.006

Clegg, S.R. & Haugaard, M. (2009). Discourse of Power. S.R. Clegg & M. Haugaard (Eds.), The SAGE Handbook of Power (s. 400-465). London: SAGE.

Cronin, K.A., De Groot, E. & M.G. Stevens, J. (2015). Bonobos Show Limited Social Tolerance in a Group Setting: A Comparison with Chimpanzees and a Test of the Relational Model. Folia Primatologica; International Journal of Primatology86(3): 164-177. Doi: 10.1159/000373886

Cronin, K.A., Van Leeuwen, E.J.C., Vreeman, V. & Haun, D.B.M. (2014). Population-level Variability in the Social Climates of Four Chimpanzee Societies. Evolution and Human Behavior, 35(5): 389-396. doi: 10.1016/j.evolhumbehav.2014.05.004

de Oliveira Terceiro, F.E., Arruda, M.F., van Schaik, C.P., Araújo, A., & Burkart, J.M. (2021). Higher Social Tolerance in Wild versus Captive Common Marmosets: The Role of Interdependence. Scientific Reports11(1): 825. https://doi.org/10.1038/s41598-020-80632-3

De Troy, S.E., Haun, D.B. M., & van Leeuwen, E.J.C. (2022). What isn’t social tolerance? The past, present, and possible future of an overused term in the field of primatology. Evolutionary anthropology31(1): 30-44. https://doi.org/10.1002/evan.21923

de Waal F. B. (1986b). The Integration of Dominance and Social Bonding in Primates. The Quarterly Review of Biology61(4): 459-479. https://doi.org/10.1086/415144

de Waal, F. B. (1986a). Class structure in a rhesus monkey group: The interplay between dominance and tolerance. Animal Behaviour, 34(4): 1033-1040. https://doi.org/10.1016/S0003-3472(86)80162-2

Deutsch, K.W. (1966). Some Quantitative Constraints on Value Allocation in Society and Politics. Behavioral Science, XI (July 1966): 245-252.

Hare B. (2017). Survival of the Friendliest: Homo sapiens Evolved via Selection for Prosociality. Annual Review of Psychology68: 155-186. https://doi.org/10.1146/annurev-psych-010416-044201  

Hare, B. & Kwetuenda, S. (2010). Bonobos Voluntarily Share Their Own Food with Others. Current Biology, 20(5): R230-R231.

Klein, R.G. (2002). The Dawn of Human Culture. New York: John Wiley & Sons.

Kurzban R., Burton-Chellew, M.N. & West, SA. (2015). The Evolution of Altruism in Humans. Annual Review of Psychology, 66: 575-599.

Levy, J.T. (2000). The Multiculturalism of Fear. New York: Oxford University Press.

Pisor, A.C., & Surbeck, M. (2019). The Evolution of Intergroup Tolerance in Nonhuman Primates and Humans. Evolutionary Anthropology28(4): 210-223.

Scheepers, P., Gijsberts, M., & Hello, E. (2002). Religiosity and Prejudice against Ethnic Minorities in Europe: Cross-National Tests on a Controversial Relationship. Review of Religious Research, 43: 242-265. http://dx.doi.org/10.2307/3512331

Smeekes, A., & Verkuyten, M. (2015). The Presence of the Past: Identity Continuity and Group Dynamics. European Review of Social Psychology, 26(1): 162-202.

Sniderman, P., Hagedoorn, L. & Prior, M. (2004). Predisposing Factors and Situational Triggers: Exclusionary Reactions to Immigrant Minorities. American Political Science Review, 98: 35-49. https://doi.org/10.1017/S000305540400098X

Spierings, N. (2019). The Multidimensional Impact of Islamic Religiosity on Ethno-religious Social Tolerance in the Middle East and North Africa. Social Forces, 97(4): 1693-1730.

van Schaik, C.P. (2016). The Primate Origins of Human Nature. Hoboken, NJ: John Wiley & Sons.


[*] Cezayir, Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan, Libya, Fas, Filistin, S. Arabistan, Sudan, Tunus, Yemen.