Soğuk Savaş, “Üçüncü Dünya”, Milliyetçilik ve Sosyalizm | Ömer Atagenç

0
2708

Soğuk Savaş dönemi dünyayı politik olarak iki temel kampa bölmüştür. Ancak bu iki ana kampın yanında ne ABD ile ne de SSCB ile doğrudan ilişki kurmak istemeyen bir tavır da ortaya çıkmıştır. İki ana kampa da mesafeli duran ve kendi bağımsız politikalarını sürdürmek isteyen bu yeni oluşum “Üçüncü Dünya ülkeleri” olarak bilinmektedir. Üçüncü Dünya ülkelerinin kökeninde ise emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları bulunmaktadır. Bu bağlamda da Üçüncü Dünya ülkelerinin esas hareket noktası ülkelerinin “ulusal” bütünlüğünü emperyalizme karşı koruyabilmektir. Anti-emperyalist bir ulusal mücadele ilk olarak Üçüncü Dünya ülkelerinde “milliyetçilik” kavramının gelişimi ile sonuçlanmıştır. Bu noktada “Üçüncü Dünya” ülkelerindeki milliyetçilik kavramına göz atmak gerekmektedir (Sönmezoğlu, 2009: 3-4).

Üçüncü Dünya’da milliyetçilik kavramının gelişimi, Avrupa’da gelişen milliyetçilik fikrinden büyük ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu bağlamda da Üçüncü Dünya’daki milliyetçiliğin gelişimini Avrupa’da gelişen milliyetçilik akımlarından farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekecektir. Zira Üçüncü Dünya’da ortaya çıkan ve anti-emperyalist niteliği oldukça belirgin olan bu milliyetçilik türü milliyetçilik teorileri üzerine yazılan çalışmalarda kendisine fazlaca bir yer bulamamaktadır. Ayrı bir başlık altında incelenmeyen bu milliyetçilik türü Avrupa dışı coğrafyalar incelenirken belirli bir döneme dair yüzeysel bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Milliyetçilik teorileri üzerine yayınlanan çalışmaların büyük bir bölümünün Avrupa-merkezli çalışmalar olması ve bu çalışmaların büyük bir bölümünün Üçüncü Dünya’ya yönelik kimi zaman üstü örtülü kimi zaman da oldukça belirgin bir biçimde mesafeli ve önyargılı davranmaları da bu durumu olumsuz yönde etkilemektedir.

Üçüncü Dünya’daki milliyetçiliğin kökenlerine bakılacak olursa bu milliyetçilik türünün Avrupa’daki milliyetçilik kavramından –çeşitli benzerliklerine karşın- oldukça farklı olduğu görülecektir. İlk olarak Avrupa’da milliyetçilik kavramının ortaya çıkışında imparatorluk sistemlerinin çöküşüne zemin hazırlayan burjuva devrimlerinin hayati rolünden bahsetmek gerekir. Burjuva devrimleri adı üzerinde burjuva sınıfının öncülüğünde ortaya çıkan bir harekettir. Burjuva devrimleri esnasında her ne kadar toplumun farklı kesimlerinden katılımlar olsa dahi son noktada burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ile oluşan yeni bir devlet sisteminin ortaya çıktığını görmek mümkün olacaktır. Temel olarak imparatorluk sistemlerini karşısına alan burjuva devrimleri, imparatorların yanında yer alan ruhban sınıfı ve aristokratlar gibi iktidarın sürdürülmesinde etki rol oynayan sınıfları da karşısına almaktadır. Mevcut sistem içinde zarar gören ve bu sistemin değişmesini talep eden diğer tüm sınıflar ise bir araya gelerek sistemin değişmesi için toplumsal bir dinamizm yaratmaktadır. İşte sisteme muhalif olarak bu sınıfların oluşturduğu ittifak düzlemi burjuva devrimlerinin zemini oluşturmaktadır. Tıpkı iktidarda olduğu gibi muhalif yapıda da sınıfsal bir ittifak düzlemi mevcuttur. Bu da burjuva devrimlerinin sınıfsal niteliğini ön plana koymaktadır. Burjuva devrimlerinin dünya ölçeğinde milliyetçilik kavramının gelişmesine ve yayılması sağladığı etki de göz önüne alındığı zaman Avrupa ölçeğinde burjuvazi sınıfı ile milliyetçilik arasındaki ilişki Avrupa’da milliyetçiliğin ortaya çıkışındaki temel niteliklerden bir tanesidir (Sander, 2018: 188). Başka bir ifadeyle Avrupa’da burjuva devrimleri ile gelişen ve yayılan milliyetçilik akımı sınıfsal bir nitelik taşımaktadır. Avrupa’da milliyetçilik kavramının sınıfsal niteliği aynı zamanda sınıfsal niteliği sebebiyle ülke içinde cereyan eden, başka bir deyişle bir ülkenin iç meselesi olan bir niteliğe de sahiptir.

Avrupa örneğinde bu durumun istisnası olarak Alman ve İtalyan siyasi birliklerinin tamamlanması ve beraberindeki kıta içi denge değişikliği gösterilebilir. Zira bu ülkelerde milliyetçilik tek bir ülke içindeki sınıfsal dönüşümle ilgili değil, dağınık ve küçük siyasi birimlerin ortak kültürel ve manevi değerler üzerine inşa ettikleri bir çatı altında toplanma ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Bu farklılığın yanı sıra Alman ve İtalyan milliyetçiliklerinin ortaya çıkışında diğer Avrupa ülkelerinin bu devletlerin bulundukları topraklardaki işgal faaliyetlerinin de etkili olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Mesele sınıfsal olmadığı gibi aynı zamanda bir iç mesele de değil, işgale karşı farklı siyasi birimlerin bir araya gelmesine neden olan dış meselelerdir (Yetkin, 2013: 2067). Avrupa’nın bu iki istisnai örneği Üçüncü Dünya ülkelerinde ortaya çıkan milliyetçilik akımının oldukça erken bir dönemdeki başlangıç sinyallerini içermektedir. Her ne kadar bu iki bölgedeki milliyetçilik son tahlilde aynı noktada değerlendirilmese de meselenin işgal boyutu ve dış etkenlerden kaynaklanma boyutu itibariyle bir yakınlık kurmak mümkün olacaktır.

Buna karşılık Üçüncü Dünya milliyetçiliğine bakıldığı zaman Avrupa’daki istisnai durum hariç klasik bir milliyetçilik kavramından oldukça farklı dinamiklere sahip olduğu görülecektir. Her şeyden önce Üçüncü Dünya’daki milliyetçilik akımının 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın başı itibariyle ortaya çıkan “ulusal kurtuluş” kavramı üzerinden bir tarihsel geçmişi bulunmaktadır. “Ulusal kurtuluş” fikri Batılı ülkelerin emperyalist müdahalelerine karşı Avrupa-dışı toplumlarda ortaya çıkan bir ulusal bağımsızlık fikridir. Çeşitli ülkelerde politik hareket olarak örgütlenen bu fikrin kökeninde bahsedildiği üzere Batılı ülkelerin emperyalist müdahalelerini görmek mümkün olacaktır (Hobsbawm, 1995: 165). İlgili dönem itibariyle üç ülkede ulusal bağımsızlık fikrini işleyen ve Avrupa-dışı ülkelerde milliyetçiliği ortaya çıkarak gelişmeler yaşanmıştır. Hindistan, Japonya ve Çin, ulusal bağımsızlık fikrinin geliştiği ilk örnekler olarak gösterilebilir. Hindistan ve Çin’in İngiltere’ye, Japonya’nın da ABD’ye karşı geliştirdiği tepki bu üç ülkede milliyetçilik fikrinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Her üç ülkede de kültürel, siyasi ve iktisadi alanda bir bağımlılık ilişkisine karşı kendi ulusal kültürlerini ve ülkesel bütünlüklerini koruma refleksi ortaya çıkmıştır (Yetkin, 2013: 2068).

1. Dünya Savaşı süreci ise milliyetçilik akımının farklı coğrafyalarda hızla yayılmasını beraberinde getirmiştir. Emperyalist ülkelerin sömürge savaşlarının cereyan ettiği coğrafyalarda yükselen bu milliyetçilik akımı Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin bir nevi öncülü olarak görülebilir. Bu süreç aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarının da başlangıcını oluşturacaktır. 20. yüzyılın ilk yarısı itibariyle ortaya çıkan ulusal kurtuluş savaşlarının en belirgin örneği 1. Dünya Savaşı sonrasında galip gelen devletlerin Osmanlı Devleti’nin bulunduğu coğrafya üzerinde başlattıkları paylaşım savaşına karşı gelişen Kurtuluş Savaşı’dır. Kurtuluş Savaşı ile eş zamanlı olarak gelişen diğer gelişme ise Çarlık Rusyası’na karşı Rus emekçilerinin verdiği mücadelenin sonucunda gerçekleşen Ekim Devrimi’dir. Ekim Devrimi şematik olarak ülke içi bir sınıfsal mücadele olarak görülse dahi 1. Dünya Savaşı koşullarında emperyalist devletlerin işgalci faaliyetlerine karşı ezilen ulusların özgürlük mücadelesini motive eden önemli bir diğer gelişme olarak tarihte yerini almıştır. Gerek Kurtuluş Savaşı gerekse Ekim Devrimi yalnızca Türkiye ve Rusya’da değil Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinin pek çoğunda “ulusal bağımsızlık” fikrinin önemini ve bu mücadelenin başarıyla sonuçlanacağına dair önemli bir motivasyon kaynağı olmuştur (Hayes, 2011: 178).

Milliyetçilik bağlamında 20. yüzyılın başında ortaya çıkan bu gelişmelerin çeşitli özellikleri bulunmaktadır. Ancak bu özellikler içinde en belirgin olanı savaş koşulları itibariyle ülkenin savunulması ilkesidir. Ülkenin savunulması ilkesinin ön plana çıkması ise milliyetçilik kavramının ülke kavramı ile içiçe geçmesini beraberinde getirmiştir. Türkiye örneğine bakılacak olursa milliyetçilik kavramının dil, kültür, tarih ve geleneklerin korunması ile ilgili boyutu klasik anlamda milliyetçilik teorileri ile benzerlikleri ortaya koymaktadır. Ancak burada farklı olan husus milliyetçiliğin coğrafi sınırlar temelinde yeniden tanımlanmasıdır. Emperyalist işgale karşı bağımsız bir ülkeye sahip olma fikri, bu ülkelerde milliyetçiliğin toprak merkezli inşasına zemin hazırlamıştır. Anthony Smith’in “toprağa bağlı milliyetçilik” olarak kategorize ettiği milliyetçilik tipolojisi (Özkırımlı, 1999: 211). Kurtuluş Savaşı bağlamında doğrulanmaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın ardından kurulan yeni rejimin milliyetçilik anlayışında Anadolu toprakları ile sınırlılık ve Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olma ilkelerinin baskın olduğu görülmektedir. Aynı şekilde daha erken dönemde Japonya’da Meiji Restorasyonu dönemi ve sonrasında, Hindistan’da Kongre Partisi’nin kuruluş sürecinde, Ekim Devrimi’nde, Simon Bolivar dönemi Venezuela’sında ortaya çıkan milliyetçilik her şeyden önce anavatanı işgale karşı koruma üzerine kurulmuştur. 

Bu dönüşümün Soğuk Savaş dönemine yansıması ise sosyalizm ile milliyetçilik arasında kurulan ilişkiyi daha net bir biçimde anlatmaktadır. Zira ilk dönemde ortaya çıkan dinamizm sosyalizmin Rusya coğrafyası ile sınırlı kaldığı ve Avrupa-dışı coğrafyada yeteri kadar etki alanı bulamadığı bir dönemi kapsamaktaydı. Oysa ki Soğuk Savaş dönemine bakıldığı zaman sosyalizmin Asya’dan Avrupa’ya hatta Amerika kıtasına kadar yayıldığını söylemek mümkündür. Avrupa kıtasına sıkışan sosyalizmin Rusya’da yeni rejim inşasıyla tanımlanmasının ardından sosyalizmin bölgesel değil evrensel bir niteliğe sahip olduğu ifade edilebilir. Sosyalizmin Avrupa-dışı coğrafyalarda sömürgeciliğe karşı anti-emperyalist bir başkaldırı olarak görülmesi ise sömürgeciliğe maruz kalmış tüm Üçüncü Dünya ülkelerinin sempatisini kazanmaya başlamıştır. Ancak sosyalizmin Üçüncü Dünya ülkeleri arasında kazandığı sempati bu ülkelerin doğrudan SSCB ile ittifak ilişkisi içine sokmamıştır. Üçüncü Dünya ülkelerinin temel hareket noktası Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan iki farklı kutuptan farklı bir pozisyon almaya çalışmak olmuştur. Bu da Üçüncü Dünya ülkelerinin farklı bir çatı altında örgütlenmesini beraberinde getirmiştir. 1955 yılında Bandung Konferansı ile dünya siyasi tarihine yeni bir aktör olarak çıkan Bağlantısızlar Hareketi, Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya çapında temsil eden en önemli yapı haline gelmiştir (Sönmezoğlu, 2012: 403-404). Mısır’da Nasır, Hindistan’da Nehru, Yugoslavya’da Tito ve Gana’da Nkrumah iktidarları dönemi Soğuk Savaş’ın “sol-milliyetçi” tipolojisine uygun modeller olarak göze çarpmaktadır.

Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsız bir siyasal aktör olarak ortaya çıkmaları dünya genelinde yeni bir milliyetçilik tipolojisinin de ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. 20. yüzyılın ilk yarısındaki “ulusal kurtuluş” mücadelelerinin ardından Soğuk Savaş döneminde sömürgeciliğe karşı ortaya çıkan yeni dinamizm sosyalizmin farklı bölgelerde ve farklı biçimlerde yeniden ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu farklılığın en önemli göstergelerinden birisi de şematik olarak birbiri ile oldukça zıt konumlarda bulunan sosyalizm kavramı ile milliyetçilik kavramının bir arada yeniden yorumlanmasıdır. Ortadoğu özelinde bakılacak olursa Soğuk Savaş döneminde bu bölgede iki temel öznenin var olduğu görülecektir. Bunlardan ilki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra önce Suriye’yi daha sonra da Irak’ı etkisi altına alan BAAS partisi örneğidir. BAAS, 2. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu coğrafyasında bağımsızlığı temsil etme iddiasıyla ortaya çıkan bir siyasal hareket olarak ön plana çıkmaktadır. Diriliş anlamına gelen BAAS Ortadoğu ülkelerinin manda yönetimlerinden kurtuluşunu ve yeniden ortaya çıkışını ifade etmektedir. 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Ortadoğu, Asya ve Afrika coğrafyasında ardı ardına gelen ulusal kurtuluş savaşları ve siyasal bağımsızlık süreçleri Suriye’yi de doğrudan etkilemiş ve Suriye de 2. Dünya Savaşı sonrasında siyasal bağımsızlığını elde eden ülkelerden biri haline gelmiştir.

BAAS, 1947 yılında bağımsızlık süreci ile birlikte ortaya çıkarken Soğuk Savaşın ilk yıllarının düşünsel ortamından doğrudan etkilenmiştir. BAAS’ın kuruluşuna bakıldığı zaman İngiliz ve Fransız manda yönetimlerine karşı milliyetçi tepkinin yükselişte olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Sömürge veya manda yönetimlerine karşı verilen mücadeleler sürecinde tıpkı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Suriye’de de milliyetçi tepki ön plana çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemine denk gelen Arap milliyetçiliğinin yükseliş döneminde Suriye ön plana çıkan bir devlettir. Milliyetçilik bağlamında yaşanan bu dönüşümün de öncüleri Hıristiyan Araplar olmuştur. BAAS’ın kuruluş sürecinde de aynı şekilde Hristiyan Araplar ön plandadır. 20. yüzyılın ilk yıllarını etkisi altına alan milliyetçi tepkinin BAAS ideolojisini doğrudan etkilendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Arap milliyetçiliği etkisi altında gelişen BAAS ideolojisi belirli bir ideolojik düzlemde doğrudan tanımlanma şansı bulamamaktadır. BAAS ideolojisi olarak belirtilen fikirler milliyetçilik, İslamcılık ve sosyalizmin günün koşullarına uygun olarak bir araya getirilmesinden kurulan eklektik bir yapıyı temsil etmektedir. BAAS’ın kurucu kadrosuna bakıldığı zaman ilk isim BAAS’ın ideolojik karakterini en çok etkileyen figür Mişel Eflak’tır. Mişel Eflak Hıristiyan bir Arap olarak Suriye’de siyasal dönüşümün önderlerinden biri haline gelmiştir. Mişel Eflak’ı BAAS ideolojisinde önemli kılan husus milliyetçilik, İslamiyet ve sosyalizm arasında kurmaya çalıştığı rabıtanın özgün halidir. Eflak’a göre İslam dini ile Arap ulusu arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. İslam dini ile Arap ulusu tek vücut halindedir. Başka bir deyişle İslam dini Arap ulusunun milli ruhunu ifade etmektedir. İslam dininden olma ile Arap olmak aynı noktada tezahür etmektedir. İslam dini, Arpların dünya üzerinde tek bir vücut olarak kurtuluşunu da temsil etmektedir (Berkes, 1969: 42-43) . 

BAAS’ın sosyalizm ile kurduğu ilişki klasik sosyalizm fikri ya da sosyalizm modellerini doğrudan temsil etmemektedir. Milliyetçi ve maneviyatçı alt yapısı oldukça kuvvetli olan BAAS ideolojisinin sosyalizm ile kurduğu ilişki milli ve manevi değerleri yüksek olan Arapların kendi içlerindeki eşitlik ve adalet duygusunu temsil etmektedir. Sosyalizm fikrinin Arap coğrafyasına girişi de SSCB merkezli değil Avrupa merkezlidir. Zira Arap toplumlarına sosyalizmin girişi SSCB’nin kuruluşunun öncesine dayanır. Osmanlı Devleti’nin son döneminde de ortaya çıkan sosyalizm fikri ile Arap toplumlarını etkisi altına alan sosyalizm fikrinin arasında bir benzerlik kurmak da mümkündür. BAAS ideolojisini de etkisi altına alacak olan bu sosyalizm fikrinin kökeni sınıf çatışmasına dayalı değil eşitlik ve özgürlük ideallerinin gerçekleşmesine dayalıdır. Temel hak ve özgürlükler temelinde ortaya çıkan Avrupa kökenli sosyalizm ideali bu bağlamda liberal özgürlük teorileri ile de büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Suriye’de sosyalizmin erken dönemlerinde “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” olarak adlandırılabilecek özel girişimciliğin dahi kendisine yer bulduğunu görmek mümkündür (Reid, 1974: 178-179).  Bu bağlamda da Arap coğrafyasını etkileyen sosyalizm fikrinin ilk dönemi Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın sosyalizm fikri ile büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.

2. Dünya Savaşı sonrası dönemde BAAS’ın ortaya koyduğu sosyalizm ise dönemin koşullarına göre şekillenmiştir. Bağımsızlık sonrası Suriye’de sınıfsal bir çatışma düzleminin ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Toprak sahipleri, aydınlar ve subaylar arasında başlayan gerginlik bağımsızlık sonrası Suriye’nin temel çatışma düzlemini temsil etmektedir. 1950’li yılların ortalarına doğru Suriye toplumundaki ayrışma daha da derinleşmiş ve bölünmüş bir toplum olarak Suriye’de yeni çatışma alanları ortaya çıkmaya başlamıştır. Davişa bu dönemde Suriye’de toplumun üç temel parçaya bölündüğünü belirtmektedir. Bir tarafta feodal yapı ve sermaye sınıfı, diğer yanda BAAS kökenli ve Nasır’a yakın Arap milliyetçileri ile SKP ve sempatizanları bulunmaktadır (Davişa, 2004: 174).  Suriye toplumunda yaşanan politik krizin giderek sınıfsal bir nitelik kazanması BAAS ideolojisinin sosyalist niteliğini doğrudan etkilemiştir. Askeri yönetim ile parlamenter sistem arasında uzun süre gelgitlerin yaşandığı 1950’li yıllar içinde BAAS etkinliğini giderek artırmıştır. Genç subaylar ve köylerden göç eden kentli sınıf arasında önemli bir etki yaratan BAAS’ın bu dönemi diğer dönemlere nazaran kendine özgü bir “sosyalist” nitelik kazanmıştır (Hourani, 2012: 467).

BAAS ideolojisi o dönemde hem milliyetçi hem de sınıfsal bir mücadeleyi aynı anda içinde barındırmıştır. Batı’ya karşı anti-emperyalist bir tepki ile ülke içinde de tüccarlara ve toprak sahiplerine karşı bir tepki aynı noktada ortaya çıkmıştır. BAAS ideolojisinin oluşmasındaki en önemli etkenlerden birisi de bu sınıfsal dinamiktir. BAAS ideolojisinin temelinde yatan Arap birliği üzerinden sosyalizme ulaşma fikri her ne kadar İslami bir ton taşısa da pratik siyasete yansıması oldukça seküler bir karakterde olmuştur. BAAS’ın seküler karakteri de ideolojisinin “sosyalist” nitelikli olarak görünmesini pekiştiren bir unsur haline gelmiştir. Tüm bunlar BAAS ideolojisinin klasik bir sosyalizm modeli içinde kurgulanmasına engel olmaktadır. Ancak, “Arap sosyalizmi” adı altında ortaya çıkan bir “Üçüncü Dünya” ideolojisinin de en canlı örneklerinden birini oluşturmaktadır. BAAS ideolojisinin sosyalizm ile arasına mesafe koyarken Sovyet modeli örnek alınsa da bu modelle çelişkili olarak ortaya çıkan nitelikleri de kendi özgün kimliğini ortaya koyabilmek açısından oldukça önemlidir. Anti-emperyalist ve Batı karşıtı bir söylem üzerinden genç subaylar, işçiler, köylüler ve öğrencilerden kurulu kitlesi ile hem ulusal hem de sınıfsal dinamiklerle şekillenmiş bir ideoloji olarak sosyalist niteliğinden bahsetmek mümkünse de milliyetçiliğe dayalı bir Arap birliği noktasından hareket etmesi ve sosyalizme ulaşma hedefinde sınıf çatışması yerine sınıfların uyum içinde olduğu bir ulusu araç olarak seçmesi de BAAS ideolojisini klasik modellerden ayıran ve kendine özgü niteliğini ortaya koyan temel özelliklerinden birisidir (Galvani, 1974: 5).  BAAS ideolojisi incelenirken telaffuz edilecek olan “sosyalizm” ifadesi Sovyet sosyalizmini değil Üçüncü Dünya’nın kendine özgü niteliklerinden ortaya çıkmış olan ulusal kurtuluşçu bir hedefi akıllara getirmelidir.

Diğer örnek ise 1952 yılında askeri bir müdahale ile Kral Faruk’un yerine iktidara geçen ve başında Cemalabdül Nasır’ın olduğu Hür Subaylar örgütünün Mısır’da oluşturmaya çalıştığı rejimdir. Bu da tıpkı BAAS’ta olduğu gibi ülkede Arap milliyetçiliğinin temelinde olduğu ve kendi coğrafyasının özelliklerini temsil eden bir sosyalizm modeli oluşturma çabasıdır. BAAS ile arasında bir takım farklılıklar bulunmaktadır. Ancak bu farklılıklar hedefe varılan noktada değil hedefe gidilecek yolun tercihinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle de BAAS’ın ilk döneminde sınıflar arası uyum üzerine inşa edilen bir halk hareketine karşılık Mısır’da ordunun müdahalesi sonucu rejimin değişmesi oldukça önemli bir farklılık olarak göze çarpmaktadır. Mısır’ın Nasır önderliğinde Kuzey Afrika’da ortaya çıkan milliyetçiliğin temsilcisi haline geldiği görülecektir. Kuzey Afrika örneğinde ortaya çıkan milliyetçiliğin temelde bir Arap milliyetçiliği olduğunu iddia eden Güler (2011: 136) Nasır’ın temsilcisi olduğu Arap milliyetçiliğini şu şekilde ifade etmektedir:

            “Arap milliyetçiliğinin Batı ülkelerinde ortaya çıkan milliyetçi hareketlerden farklı yönleri bulunmaktadır. Sözgelimi kendini sembolik daha otokratik bir “baba” imgesine dayandırması ve bölgeci özelliklerinden söz edilebilir. Arap milliyetçiliğinin en belirgin farklılığı devletler üstü karakteridir. Bir başka önemli özellik, Arap milliyetçiliğinin Arap birliği düşüncesine doğru evrilmiş olmasıdır.”

Nasır’ın Arap milliyetçiliğinin temsilcisi olmasının yanı sıra aynı zamanda bulunduğu coğrafyada sosyalizmin değerlerinin de temsilcisi konumundadır. Tıpkı BAAS’ta olduğu gibi Mısır’da da milliyetçilik kavramı ile sosyalizm kavramının iç içe geçtiği görülecektir. Nasır dönemi Mısır’da uygulanan politikanın sosyalizmle ilişkilendirilmesinin en önemli sebeplerinden birisi iktisadi politikaların merkezi ve kalkınma planlarına dayalı olmasıdır. Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) olarak bilinen kamu kurumları da sosyalist bir ekonomi politikası pekiştiren bir özellik taşımaktadır (Aydoğan, 2004, 286-287). Mısır’ın uyguladığı iktisadi politikaların sosyalizmle ilişkilendirilmesini sağlayan en somut örnek de Süveyş Kanalı ve Asuan Barajı’nın millileştirilmesi sürecidir. Nasır yönetiminin aldığı bir kararla kamulaştırılan Süveyş Kanalı ve Asuan Barajı, gerek ekonomide gerekse siyasette devletin merkezi rolüne önemli bir vurgu yapmaktadır (Enayat, 1968: 141).

Afrika’da da milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki yakın ilişki Üçüncü Dünya’nın siyasal düşüncesinin önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Sahra-altı Afrika olarak nitelendirebileceğimiz Orta ve Güney Afrika genelinde de milliyetçilik ile sosyalizm arasında doğrudan bir ilişki kurulduğuna tanık olunacaktır. Sahra-altı Afrika’da milliyetçiliğin ortaya çıkış süreci üç farklı şekilde gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki yabancı sömürüsüne karşı ortaya çıkan her türlü tepkiyi içeren bir milliyetçilik, ikincisi Afrika’nın siyasi tarihinin önde gelen siyasi figürlerinden olan Nkrumah ve Toure gibi liderlerin Pan-Afrikanizm çerçevesinde ortaya çıkardığı bütüncül bir hareket, üçüncüsü de çeşitli ulusal sınırlar içinde sıkışan sadakate dayalı bir milliyetçilik. Bu üç türün içinde Afrika’nın siyasi tarihi açısından en etkili olanı hiç şüphesiz Nkrumah ve Toure gibi bir program dahilinde Afrika’nın bağımsızlığı için bir örgütlenme modeline giden liderlerin ortaya attığı milliyetçilik düşüncesidir. Afrika’da milliyetçilik ile sosyalizm arasında kurulan ilişkiyi de Nkrumah gibi önderlerin çabası sayesinde gerçekleştiğini görmek mümkün olacaktır (Oran, 1980: 19). Afrika’da milliyetçilik fikrinin yayılmasındaki en büyük etki hiç şüphesiz yabancı sömürüsüne karşı ortaya çıkan tepkiden kaynaklanmaktadır. Bunun yanısıra özellikle de Sahra-altı Afrika’da ortaya çıkan milliyetçi tepkinin geliştirilmesi ve yaygınlaşmasını sağlayan ana hususlardan birisi eğitim için Batılı ülkelere giden aydınların dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmesi ve kendi ülkelerinin bağımsızlık ve modernleşme süreçlerine önayak olmak istemesidir. Afrika’daki milliyetçilik ve sosyalizm fikirlerinin gelişmesinde rol oynayan aydınların büyük bir kısmı eğitimlerinin Batılı ülkelerde tamamlamışlardır (Emerson, 1965: 192-193).

Afrika ülkelerinin Soğuk Savaş döneminde politik bağımsızlıklarını kazanmaları tek başına yeterli olmamıştır. Zira iktisadi olarak da bağımsız modeller üretemeyen Afrika ülkeleri benzer sorunlarla mücadele etmeye devam etmektedirler. Afrika’da sosyalizmin önde gelen isimlerinden Gana Devlet Başkanı Nkrumah (1966: 10) Afrika ülkelerinin içinde bulunduğu iktisadi sorunlar üzerine şöyle bir tespit yapmaktadır:

            “Bir çeşit ekonomik devrim gerekiyor bize. Gelişmemiz pek uzun bir süre sömürge ekonomisinin engelleyici etkisinde kalmıştır. Baştan sona kadar yeniden örgütlenmek zorundayız; öyle ki her ülke koşullarının en çok elverdiği malların ve ürünlerin üretiminde ihtisaslaşabilsin (uzmanlaşabilsin). İktisadi birlik, modern sanayileri kurmağa başlayan Afrika ülkelerinin daha geniş pazarlardan yararlanmalarını sağlayacaktır.”

Bu kısacık analiz dahi Afrika ülkelerinde yaşanan temel sorunu özetlemeye yetmektedir. Afrika’da sömürgeciliğe karşı ortaya çıkan milliyetçi hareketler, ülkelerin politik bağımsızlıklarının sağlanmasında önemli bir araç olmuştur. Ancak bu durum yalnızca meselenin ilk aşamasını oluşturmaktadır. Politik bağımsızlığın sağlanmasının ardından Afrika ülkelerinin gerçek anlamda bağımsız ülkeler olabilmelerinin ana koşulu geçmiş dönemin iktisadi bağımlılık ağlarının ortadan kaldırılmasından geçmektedir. Bu da Afrika ülkelerinin ekonomik model tercihi yaparken sosyalizme yönlendirmiştir. Ancak sosyalizm modelinden bahsederken burada bir parantez açmak gerekecektir. Zira bu model doğrudan SSCB modelini temel alan bir sosyalizm modeli değildir. Afrika ülkeleri de sömürgecilik vesilesiyle her ne kadar Batı’yı doğrudan karşılarına alsalar da SSCB ile de bir mesafe koymayı “bağımsızlık” ilkesi kapsamında bir mecburiyet olarak görmektedirler. Afrika ülkelerindeki milliyetçi tepkinin sosyalizmle buluştuğu temel nokta dünyanın iki kampa bölündüğü bir süreçte iki başat ülkeye karşı kendi bağımsız pozisyonlarını koruyabilmektir (Nkrumah, 1976: 37).

Dipnot:

Bu çalışma “Türkiye’de Milliyetçiliğe ‘Soldan’ Bakmak: Yön Dergisi ve Milli Demokratik Devrim (MDD) Hareketi Örneği, Milliyetçilik Tipolojileri, (ed.) Hasan Acar, Ankara, Nobel Yayıncılık, Ekim 2018, ss. 57-84.’ten alınarak bir bölüm olarak gözden geçirilip düzenlenmiştir.

Kaynakça

A. Davişa, Arap Milliyetçiliği: Zaferden Umutsuzluğa, (çev.) L. Yalçın, İstanbul, Literatür Yayınları, 2004.

A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, (çev.) Y. Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012.

B. Oran, Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği: Kara Afrika Modeli, Ankara, Işık Yayıncılık, 1980.

C. J. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, (çev.) M. Çiftkaya, İstanbul, İz Yayıncılık, 2011.

D.M. Reid, “The Syrian Christians and Early Socialism in the Arab World”, International Jorunal of Middle East Studies, 5(2):177-193, 1974.

E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, (çev.) O. Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995.

F. Sönmezoğlu, Bağlantısız Üçüncü Dünya”dan “Çevre Ülkeleri”ne, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (41):1-8, 2009.

F. Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, İstanbul, Der Yayınları, 2012.

J. Galvani, Syria and the Baath Party, MERIP Reports, No. 25, 1974.

K. Nkrumah, Afrika’da Sınıf Mücadelesi, (çev.) Zuhal Acaroğlu, İstanbul, Yücel Yayınları, 1976.

K. Nkrumah, Emperyalizmin Son Aşaması Yeni Sömürgecilik, (çev.) A. Sarıca, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1966.

N. Berkes, İslamcılık, Ulusçuluk, Sosyalizm, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1969.

R. Emerson, Sömürgelerin Uluslaşması, (çev.) Türkkaya Ataöv, Ankara, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, 1965.

U. Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1999.

Z. Güler, Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, İstanbul, Yazılama Yayınevi, 2011.