Devletin İnsanmerkeziyetçi Sureti: Türkiye’de Sokak Hayvanları Üzerinden Kent Politikası | Erhan Korkmaz

Giriş

Devlet denildiği zaman ilk olarak akla gelen tanım, “çevresi sınırlanmış bir kara parçası üzerinde yaşayan, belirli ülkü(ler) doğrultusunda bir araya gelmiş insan toplulukları” şeklindedir. Pre-modern dönemlerde de bugünkü devlet anlatısı yerine kullanılan kavramlar, belirli insanların bir araya gelmişliklerine atıfla tanımlanırdı. Burada görüleceği üzere, insan-olmayan hayvanların, devletin tanımında doğrudan veya dolaylı bir etkisi bulunmamaktadır. Devlet, insan-olmayana kördür. Türkiye devletine de bakıldığında, insanların Türkiye devletine mensupluğu üzerinden bir tanımlamaya gidilmektedir[1]. İnsan-olmayan hayvanların, devlet mensubu sayılmadığını görürürüz. Buradan hareketle insan-olmayanların devletleşmede bir kurucu failden ziyade pasifleştirildiği, tabiri caizse, Gayatri Chakravorty Spivak’ın tabiriyle “madunlaştırıldığı” söylenebilir (Spivak, 2023). Peki bu durum, devletin kültür politikalarında nasıl kendisini göstermektedir? Devlet, modernleşmeyle birlikte “avam” tabakası ile ilişkisini -kendi bekâsı için- sürdürmek zorundadır. Pre-modern dönemlerde olduğu gibi, yönetici sınıfın, halkla ilişkisinde mesafelenmesi söz konusu değildir. Hal böyle olunca, devletler, halkla kurdukları ilişkiyi güçlendirmek ve bazı durumlarda halkı etkilemek için, bazı propaganda araçlarını kullanagelmişlerdir. Bunlardan ilk akla gelenler, -dönem dönem etkileri değişmekle birlikte- televizyon kanalları, edebiyat metinleri, radyo programları, kültür-sanat camiaları, eğitim kurumları, ailelerdir. Bu çalışma doğrultusunda, bir başka devlet propaganda aracı veya devletin ideolojisini yansıttığını düşündüğüm bir zemin haline gelmiş bir alandan bahsedeceğim: kent yapılanmaları.

Her ne kadar Louis Althusser gibi yapısalcı bir marksist okumasından ilerlemeyerek, devlete içkin bir değer olan kentlerdeki bireylerin failliklerini[2] gözardı etmesem de David Harvey’in çalışmalarında gördüğümüz üzere, kentlerin yapılanmalarındaki sınıfsallığa da değinmeden edemem (Harvey, 2006). Harvey’e göre kentler, devletin ideolojisi doğrultusunda -yine devlet tarafından- tanzim edilerek, vatandaşlarına belirli konfor alanları ya açarlar ya da açmazlar. Bu tartışmalar sadece Harvey ile de kalmayıp, tarihte birçok sosyal bilimci tarafından da ele alınmış ve hali hazırda da alınmaya devam eder[3]. Kentin tanziminin, gündeliği belirlemek noktasındaki önemi, devletin kendini sürdürebilir kılmasına yönelik politikaları kapsamında daha da önemli hale gelir. Peki kentler, yapılarından dolayı nasıl bir devlet politikası barındırır? Öncelikle bu soruya, kentin neyi kapsadığının bilinmesiyle başlayabiliriz. Kentler yıkılıp-yeniden kurulur iken içine neleri ve kimleri dâhil eder. Başta da söylediğim gibi, kentin aktörleri de insandır. Haliyle de kentsel yapılanmalar, insana içkin değerler üzerinden inşa edilir. Sokaklar, insana içkin değerleri yansıtır. Yollar, insanların yürüyebileceği veya koşabileceği boyutlarda inşa edilir. Kevin Lynch’in tabiriyle, insana ait olan duyulara hitap eder ve -gerektiğinde- gözü kapalı bir insanın yolunu kolaylıkla bulabilmesine yönelik idealleştirilir (Lynch, 2019). Devlet, mikro izdüşümüyle, yani belediyeleriyle de kent üzerindeki bu insanmerkeziyetçi tutumunu bir gurur kaynağı olarak kullanır. Parti mitinglerinde kentte yeni yapılmış parklardan övgüyle bahsedilir, kent meydanlarının bir orduyu dolduracak büyüklükte olmasından bahsedilir ve muhtemel doğal afetlerde kentin durumunun -yine insanmerkeziyetçi bir taraftan- iyileştirildiğinden bahsedilir. Antropos, bir kez daha yüceltilir. Devlet, kentler üzerindeki politikalarında, bilinçli veya bilinçsiz -ama çoğu zaman bilinçsiz bir şekilde- türcü bir yaklaşım sergileyerek, insanı merkeze alan bir yol izlemektedir. Bu durumda da insan türünün dışında kalan türler de kent içerisinde yaşama tutunmaya, kendilerine tanzim edilmemiş kent alanlarına sığmaya çalışırlar. Bu da birçok toplumsal sorunu tetikler.

Bu durumun sadece kent politikaları üzerinden devlet ideolojisine indirgenmemesi de gerekir. Kentlerin neleri veya kimleri kapsayacağı, içine dahil edeceği tartışması, küresel ölçekte -hem tarihteki, hem de günümüz çağındaki- “kültür” tartışmalarına dayanmaktadır[4]. Her ne kadar Philippe Descola (2013), Bruno Latour (2021), Donna Haraway (2007), Derek Ryan (2022), Oxana Timofeeva (2018) vd. birçok araştırmacı[5], doğrudan veya dolaylı olarak kültür meselesini tartışmaya açmaya çalışsa da konvansiyonel sosyal bilimler paradigmasında halen kültürün insana özgü olduğunun altı çok kere çizilmektedir. Haliyle de devleti nasıl kurumlarından bağımsız düşünemezsek, politikalarını da sosyal bilimler disiplinlerinin söylemlerinden bağımsız ele alamayız, o yüzden de kentin tanzimi ve beraberindeki toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkan “sokak hayvanları” sorununu, bir çeşit matruşka bebek misali, tümevarımla, yani ucunun “insanın kozmostaki konumuna” varana değin ele almalıyız.

“Sokak Hayvanları” Sorunu

Oldum olası, bir konu üzerine düşünürken, öncelikle kavramlar üzerine düşünmeyi sevmişimdir. Birisi bir konu bağlamında sokak hayvanlarından bahsederken, öncelikle “sokak” kavramını, sonra da “hayvan” kavramını parantez içine alarak düşünmeye başlarım. Sokak kavramının tanımı, hem tarihsel süreç içerisinde, hem de günümüz dünyasında eşsüremli olarak nasıl bir anlam yükü çeşitliliğine sahip, dâhil olduğu cümle doğrultusunda nasıl bağlamsal anlam değişikliklerine uğrar, ideolojik bağlamda nasıl araçsallaştırılır gibi birçok soruyla kavramı açmaya çalışırım. Sonra diğer kavram olan “hayvan” kavramını ele alırken de yukarıdaki benzer soruları sorarım. Her kavram üzerine sorgulamam bittikten sonra bu iki kavramın yan yana geldiğinde nasıl bir anlam öbeği oluşturduğunu sorgularım. Bizler neye veya kimlere “sokak hayvanı” deriz, hayvan dediğimiz şey sokakta doğduğu için mi “sokak hayvanı” olmuştur yoksa sokağın sokak olmaklığı ilgili hayvanlar üzerinden mi kendini var etmiştir? Görüldüğü üzere, üzerine düşünmeye değer birçok nokta, istesem de istemesem de -sadece “sokak hayvanı” gibi bir tanımlama üzerinden bile- kendilerini bana dayatır. Acaba bizlerden kaçımız, iletişimde kullanılagelmiş bu sözleri böylesine parçalara ayırıp, sorgulamaya girişiyor? Elbette ki her iletişim için bunu gerçekleştirmek, gündelik hayatımızı daha da zorlaştırır. Bir noktadan sonra hayatın akışı sekteye uğrar ve sevgiliyle yanyanalık silikleşir, yerine sorgulamalarla uğraşan, zırva bir filozof gelir. Ne sevgili, anın sarhoşluğuna girer, ne ben. An, akışlık hâlindenki konumundan ödün vermeye başlar.

Her konuda olmasa da bazı konular için kavram temelli sorgulamaları yapmanın zaruri olduğunu düşünüyorum, hele ki toplumsal olarak sorun olduğunu düşündüğümüz konular üzerinde. Bilindiği üzere son yıllarda, gittikçe artan bir sokak hayvanları sorunu mevcut. Bu soruna çözüm üretmeye çalışan her kesimden insanın, sorunun muhatabı failleri, yani sokakta yaşayan hayvanların -ağırlıklı olarak köpeklerin- konumlarını ele alırken birçok noktayı göz ardı ettiklerini düşünürüm. Bunu da sokağı köpeğe, köpeği de sokağa verili ve içkin kılarak yaparlar. İnsanların, ortaçağın töz-ilinek tartışmasındaki skolastik düşünürler gibi, sokaktaki köpeklerin, özleri itibariyle sokakta yaşamaları veya yaşamamalarına ilişkin -gayet siyasi- söylemler ürettiklerini görüyorum. Bir kere, sokak dediğimiz şeyin, kent politikasından bağımsız olmadığını bilerek hareket etmemiz gerekir. Hangi sokakta diye sorduğumuzda, yerel politikayla güçlü ilişkiler taşıyan bir sokağın karşımıza çıktığını görebiliriz. Sokağın neliği, sokaktakilerin yaşamsal koşullarını göstermesi açısından önemli bir saptamadır. Sözgelimi, Mamak bölgesindeki sokaklarda yaşayan köpeklerle, Tunalı taraflarındaki sokaklarda yaşayanlar, benzer koşullara mı sahiplerdir? Bu sokak karşılaştırmalarını, sadece ekonomik sermaye oranlarını esas alarak yapmıyorum. Bu konuda Harvey’i aşarak, sokağın dinamiğini bölgede yaşayan kişilerin sosyo-kültürel yapılarını, sokakta bulunan başka türlerin etkilerini, kent içerisindeki konumunu ve tasarımını esas alarak oluşturmaya çalışıyorum. Sokağın nasıl olduğu, – belki de “sokak deterministliği” bakış açısıyla yaklaşarak- sokakta yaşayan köpeklerin karakterlerini de belirleyecektir diyebiliriz. Bu durumu tam tersinden okuyarak, sokakta yaşayan köpeklerin, sokağı etkilediği, sokaktaki diğer türlerle ilişkileri ciddi etkilediklerini de söyleyebiliriz, fakat bunun olabilme ihtimali maalesef ki az, çünkü -başta da bahsettiğim gibi- sokaklar, insanmerkeziyetçi bir anlayışla tanzimlendiği için köpeklere kendi koşullarını yaratmaları için zemin sağlamıyor. Köpeğin failliği, kendisine tanzim edilmiş olanlarla sınırlanıyor. Haliyle de köpeğin eylemliliği, kendi potansiyel varlığının dışında, mekanın bir poetikası[6] (Bachelard, 2020) sonucu gerçekleşiyor denebilir veya köpek arkadaşlarımızın failliklerini indirgememek adına, en azından sokağın tanzimiyetinin kendilerinin eylemlerinde önemli etkileri olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda, sokak hayvanları sorununda, sokaktaki köpeklerin eylemlerini değerlendirirken, sokağın nasıl tanzim edildiğine mi bakmamız gerekiyor yoksa köpeklerin nasıl eylemlere sahip olduklarına mı? Müsadenizle daha açık olayım, bir toplumsal sorun olarak öne çıkarılan sokak hayvanları konusunda, köpekleri mi birer şiddet faili olarak görüp suçlamalıyız yoksa o sokakları insanmerkeziyetçi tanzim ederek köpekleri bu konuma yerleştirenleri mi?

Sokakta yaşayan köpeklere ilişkin tartışmaların peak yaptığı son yıllarda, bu köpeklerin bulundukları yerlerden alınarak barınaklara hapsedilmesini savunanlar ortaya çıktı. Başıboş Köpek Haritası (Havrita) adında bir uygulama çıkarıldı ve insanların uygulamaya üye olarak sokakta karşılaştıkları köpekleri -konumlarıyla birlikte- fotoğraflayarak siteye kaydetmeleri istendi.[7] Bir kesim de Ku Klux Klan tarzı bir yapılanma kurdu ve bu uygulama üzerindeki haritaları dolaşarak, sivil bir örgüt olarak köpekleri toplamaya çalıştı. Bir süre sonra da sitede öldürülen köpeklerin fotoğraf ve videolarının yayınlanması ile site kapatıldı. Bugün, buna benzer bir uygulama yok fakat sokaktaki köpeklerin belediye yetkilileri tarafından toplatılmasını savunan kimi örgütlü oluşumlar mevcuttur. Bu oluşumlara aksi bir yönde argüman üreten oluşumlar da mevcuttur. Görüleceği üzere, çeşitli argümanlar doğrultusunda, sokak hayvanları sorununda insanların ilk baktıkları yer, köpeklerin konumudur. Çok az bilinçli kişilerin, kentsel yapının olanakları üzerine düşünerek sokak hayvanları sorununu tartıştığını görüyorum. Özellikle son yıllarda, doğal afetlerin de sıkça artmasından dolayı, kentsel yapılanmalar, gerek ekolojiyle ilişkisi, gerekse de benim bahsettiğim şekliyle daha sorgulanır oldular.

*  Bu başlık, Yael Navaro’nun -bu değerlendirme makalesinin konusuna da uygun olan- “Faces Of The State” eserine atıfla oluşturuldu. Başlık, “bakın, devletin bir de böyle bir sureti var” iddiasıyla ortaya atıldı. Aynı zamanda “İnsan-Devlet” denerek de bu iddia güçlendirildi.

* Erhan Korkmaz: Etnolog, Yüksek Lisans Öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya Programı, E-posta: erhan.krkmzoglu@gmail.com

KAYNAKÇA

Bachelard, G. (2020). Mekânın Poetikası. Çev. Alp Tümertekin. İstanbul: İthaki Yayınları.

Descola, Philippe, (2013), Doğa ve Kültürün Ötesinde, Çev. Yerguz, Çev. İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Haraway, Donna, (2007), When Species Meet, Minnesota, University of Minnesota Press.

Harvey, D. (2003). Sosyal Adalet ve Şehir. Çev. Mehmet Moralı. İstanbul: Metis Yayınları.

Latour, Bruno, (2021), Toplumsalı Yeniden Toplama: Aktör-Ağ Teorisine Bir Giriş, Çev. Bingöl. Ankara, Tellekt Yayıncılık.

Lynch, K. (2019). Kent İmgesi. Çev. İrem Başaran. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Özmen, S., & Erdem, R. (2018). Damgalamanın Kavramsal Çerçevesi. Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 23(1), 185-208.

Ryan, Derek, (2022), Hayvan Kuramı, Çev. A. Alkan. İstanbul, İletişim Yayınları.

Spivak, G. C. (2016). Madun konuşabilir mi. Çev. Emre Koyuncu, Dipnot Yayınları.

Timofeeva, Oxana. (2018), Hayvanların Tarihi, Çev. B. E. Aksoy. Ankara, Kolektif Kitap.


[1] En son 2021 yılında yayınlanmış istatistiksel verilere de bakıldığında, Türkiye’nin  84,78 milyon insan nüfusuna sahip olduğunu görürüz. Bu rakama nazaran, kayıt-dışı göçmenler/mülteciler hesap edildiğinde, Türkiye’de yaşayan insanların daha fazla olduğu da düşünülebilir. 

[2] …ve beraberindeki direniş biçimlerini…

[3] Bu isimlere birkaç örnek vermek gerekirse, Henri Lefebvre, Michel Foucault, Denise Lawrence-Zúñiga, Edward W. Soja, Michel de Certeau ilk akla gelenler arasındadır. Kent meselesi, sadece sosyoloji ve antropolojinin konusu olmayıp, tarih, coğrafya, psikoloji gibi disiplinler kapsamında da tartışılmaktadır.

[4] Bu tartışmalara örnek olması açısından bir anımı paylaşayım. Bu yazıyı ilk olarak -halen eğitim gördüğüm- Hacettepe Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar ve Medya YL programındaki Suavi Aydın hocamın “Türkiye’de Kültür Politikaları” dersi kapsamında ödev mahiyetinde hazırlamıştım. Derste herkesten ödev konusunu anlatması istendi ve sıra bana geldi. Ben de burada sizlere yazdığım şekliyle -biraz daha çeşitlendirerek- derdimi anlatmaya başladım. Hoca beni dinlerken gayet tatmin görünüyordu, fakat mevzu “sokakta yaşayan köpeklerin de kültürel bir alan yaratamaması” noktasına gelince eliyle beni durdurdu ve insana ait olan bir şeyi, yani kültürü, hayvanlara atfetmenin yanlış olacağını vurguladı. Ben ilk olarak hocanın “hayvanlarda insanlar gibi kültür yoktur, onların kendinelerine özgü kültürleri vardır” gibi bir noktadan yaklaşarak, hayvanların kültürlerini beşeri sınırlarla çiziyor olmamı eleştirdiğini düşündüm. Fakat işin aslı öyle değildi, hoca tartışmayı “hayvanlar, kültürsüzdür” noktasına getirdi. Bu mevzunun etnograflar arasında (multispecies ethnography bağlamında) tartışılageldiğini ve kültür denen şeyin tanımının da -Aristoteles’ten başlayıp, kartezyen düşünce geleneğiyle peak noktasına gelerek- insanmerkeziyetçi olduğunu söylemeye çalıştım, fakat Suavi hocamla ders ortamı içerisinde hiyerarşik konumlanmamızdan dolayı tartışma sağlıklı yürümedi, ben “bilgiyi alan”, pasif konumdaydım. Burada bu hikayeyi anlatma sebebim Suavi hocamı suçlamak veya zan altında bırakmak değil, sadece böylesi tartışmaların halen sürdüğünü ve bazı şeylerin verili kabul edildiğini göstermek istedim.

[5] Türkiyede bu konuları tartışmaya açan araştırmacılara özellikle bir parantez açmak istiyorum. Özlem Semra Dişli, Ezgi Burgan, Emre Koyuncu, Fırat Akova, Hande Çiçek, Merve Tufan, Sezen Ergin Zengin ve adını şu an hatırlayamadığım birçok kişinin bu anlamda araştırmalarının kayda değer olduğunu düşünüyorum.

[6] Gaston Bachelard, epistemolojisinde, beşeri dili -belki de Heidegger’e atıfla- “varlığın evi” olarak tanımlamasından mütevellit mekanı, beşeri dilin öncesi konumuna yerleştirerek, bir yanıyla, mekanların dilsel olandan -ve hatta düşünceden/zihinsel varoluştan- önce insanı etkileyip, biçimlendirdiğinden bahseder. Tabi o zamanlar, bugünkü gibi posthümanist çalışmalar artmamıştı ve dil, ancak beşeri sınırlar doğrultusunda tanımlanıp, işlerliğe sokuluyordu. Bizim tartışmamızdaki köpeklerin eylemliliği, tam da Bachelard’ın diline paralel anlamla ele alınıyor.

[7] Bu uygulama, stigmatizasyonun dik âlâsıydı. Belki de bugün bu durumun, Erving Goffman’a referanslı biçimde geliştirilerek, insan-olmayan hayvanlardaki süreç açısından ele alınmaya ihtiyacı var (Özmen & Erdem, 2018). Köpeklerin, kimliklerinin ve sosyal yaşam alanlarının bu şekilde ifşa edilmesi, bir nevi bazı kesimlerce hedef gösterilmesi, etik açıdan da bakıldığında tartışmaya açıktır.  Köpekler, Giriş kısmında belirttiğim gibi, -Spivakvari bir biçimde- madunlaştırılmış ve “köpek” adı altında yek bir sıfat adı altında kategorize edilerek, kişisel olan her şeyi göz ardı edilmiştir. Özellikle bu kategorizasyon indirgemeciliği Derrida “The Animal That Therefore I Am” adlı eserinde güzel ele alır. “Hayvan” kelimesi kulağa hiç bu kadar zalimce gelmemişti.