Geçici Kabileye Kısa Ziyaret: Mevsimlik Tarım İşçilerine Yönelik Etnografik Gözlemler | Mehmet Öcal

0
1766

Akşam saat 7 civarı beni bekleyen hocamın yanına, Bursa’nın Yenişehir ilçesine, vardım. Gitme sebebimiz mevsimlik tarım işçilerine yönelik bir saha çalışması projesiydi. Benim projeye doğrudan ilgim yoktu, fakat hem hocamla yol boyunca görüşmek hem de alan araştırmasını görme fırsatı beni alana doğru itti. Son yıllarda çoğunlukla antropoloji ve etnografi metni okuyan birisi olarak, nedense bu çalışmanın etnografik bir çalışma olacağından habersizdim. Akademik meraklarım ortaya çıktığından beri en büyük hayallerimden bir tanesi de etnografik değeri olan bir topluluğa yönelik saha çalışması yapmaktı. Yol boyunca hocamla yoğunluğu yüksek bir sohbete kapıldığım için alan araştırması zerre aklıma gelmedi. Belki de bunun sebebi benim projeye dâhil olmamam veya gittiğimde aktif rol alma ihtimalimin olmadığını sanmamdı.

            İlçeye vardığımızda büyüleyici bir tarım manzarasıyla karşılaştık. Yolumuzun her iki tarafı alabildiğine uzanan yemyeşil arazilerle kaplıydı. Bu durum benim için 70’li yılların sonunda bıçak gibi kesilen kır/köy sosyolojisi ve toprak reformu gibi meselelerin güncelliğinden hiçbir şey yitirmediğini ispatladı. Bu sırada görece uzak bir mesafede tarım işçilerinin kaldığı çadırlar kendini gösterdi.

            Alana yakın bir bölgede iki arkadaşımız bizi karşıladı. Mevsimlik tarım işçilerine yönelik tek bilgim çoğunlukla Kürtlerden ve Suriyelilerden oluştuğuydu. Okuldan arkadaşlarımız, tercüme faaliyetini üstlenmekteydi. Biri Kürtçe biliyorken, diğeri Irak Arapçası konuşmaktaydı. Dolayısıyla işçilerle iletişim, çoğunlukla onlar aracılığıyla gerçekleşecekti.

            Gerçekleşen kısa sohbetin ardından benim de aklımda olan soruları sorabileceğimi alanı tüm yönleriyle inceleyebileceğimi anladım. Kısa bir mesafenin ardından mevsimlik tarım işçilerinin kaldığı alana vardık. Uzun süredir etnografik araştırma yöntemlerine kafayı takmış olduğumdan zihnimde bir karmaşa hâkimdi. İçten içe ve esasında sezgisel olarak, fikirlerim alan araştırmacısının önyargılarından, önceki okumalarından, görüşlerinden bağımsız olamayacağıydı. Öte yandan alanda her şeyin bir anlamı olduğu, araştırılan topluluğun bir anlamlar bütünü olduğunu düşünüyordum. Bourdieu, Geertz, Levi-Strauss ve Wagner’in alan deneyimleri ve fikirleri benim için en makul olan açıklamalardı. Elbette alana Tabula Rasa biçiminde gitmeyeceğimden ve objektif araştırma olamayacağından emindim fakat bütün bunların hiçbir anlamı yoktu. Sadece zihnimdeki mantıklı düşüncelerdi. Sahaya yönelik bu tartışmayı henüz deneyimlemediğimden, aslında ne anlama geldiklerini de bilmiyordum.

            Zihnimde bu tartışmalar dönerken alana girdiğimizde çadırlar bizi sağlı sollu düz bir yolda karşılıyordu. Paralel çadırlar bitince büyük bir meydanda çember halinde bir çadır grubu gördük. İşçilerin yaşadıkları alan olan çadırlar bütünü, kuş bakışı bakıldığında mantar şekline benzediğini söyleyebilirim. Tercüman ve sosyolog iki arkadaşımız doğrudan önceden de planlandığı üzere kadınlarla ve çadırların içinde derinlemesine mülakatlar gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Ben ve hocam ise iki erkek olarak, bahsettiğim büyük meydanın kenarına kurulmuş kilimli bir yer sofrasında misafir edildik. Son derece hoş karşılandığımız bir ortamda, çoğu erkek Türkçe biliyordu. Dolayısıyla iletişim sorunu yaşamadık. Sosyolog tercüman arkadaşlarımız daha çok kadınlarla iletişim kurma konusunda kritik bir rol üstleniyorlardı. Bizim oturduğumuz sofrada çoğunluğu genç ve çocuk olmak üzere 10-15 kişi vakit geçiriyordu. Çocukların önemli bir kısmı Türkiye’de doğduklarından, Türkçeye olan hâkimiyeti son derece iyiydi. Geri kalan 17-25 yaş arası çoğu kişi ise çok küçük yaşlarda Türkiye’ye göç ettiğinden, onların da dile ve çevreye hâkimiyeti sorunsuzdu.

            Sofraya oturur oturmaz bu ortamın etnografik değerinin farkında olarak her şeye nesne ve çalışma alanı gözüyle baktım fakat kısa bir süre sonra doğal akışın daha verimli olacağını tecrübe ettim. Çünkü sürekli analiz yapıyor olmam ve her şeyden bir anlam çıkarmamın alanı bir bütün olarak görmemin önünde büyük bir engel olduğunu fark ettim. Örneğin bize ikram edilen ilk çay şekerli olarak demlenmişti. Oradaki herkes çayı zorunlu olarak şekerli içmek zorundaydı. İlkin bunun bir pratiklik ve koşulların zorluğu olarak değerlendirdim. Bana göre topluluk, serviste ve demlemede kolaylık olsun diye çayı şekerli demlemişlerdi. Sanırım her yerde olduğu gibi burada da çayı şekersiz içenler, şekerli içenlere göre azınlığı oluşturmaktaydı. Fakat bir müddet sonra yeni demlenen çay, şekersiz bir biçimde demlenerek, yanında ayrı bir şekerlikle ikram edildi. Bu iki farklı eylemin sebebinin ne olduğunu kestirmek gerçekten zor. Ya çay demleme pratiklikten azade bir eylemdi veyahut düzensizdi. Belki de bir ihtimal hocamın şeker tüketmesinin yasak olması ve çayı içememesi sebebiyle ikinci çayın şekersiz demlenmesiydi. En mantıklı çözüm bunun niçin böyle yapıldığını sormaktı fakat sormayı akıl edemedim.

            Sofranın başköşesine oturtulduk ve işçiler de sofranın kenarına oturarak dağınık bir dikdörtgen biçimini aldı. Tam karşımızda ise 25 yaşında ve gençlerin en büyüğü, eğrice uzanmış nargile içmekteydi. Hem sohbete hem de çevreye görece hâkimiyet kurmaktaydı. Sorularımızı sakince ve ihtiyatlı bir biçimde o yanıtlıyor, çevreye gerekli tercümeleri o yapıyordu. Elbette hocam herkese teker teker ve alabildiğince çeşitli sorular sormaya çalıştı, fakat sofranın bize göre aksi yönde kalan diğer başköşesinde bulunan o işçinin bedensel hâkimiyeti benim dikkatimi çekti.

            Bu sırada fark ettiğim ve beni görece sarsan bir zihinsel süreçten geçtim. Alanı tamamen kendi meraklarım yönüyle değerlendiriyordum. Alana girdiğim andan beri çadırların şekli, çalışan işçi sayısı, aralarında dinamikler, gündelik hayat ilişkileri gibi daha çok kültürel fenomenler zihnimi meşgul etti. Fakat tam tersi, hocamın zihni ise bireylerin hayalleri, umutları, beklentilerine yönelikti. Ben kendi zihin dünyamda alanı oturtmaya çalışırken, O işçilerin zihnini alanın dışına taşımaya çalışıyordu. Öte yandan diğer iki sosyolog arkadaşım ise kadınların yaşamlarına, tahakküm biçimlerine ve tarladaki iş çeşitlerine odaklanmıştı.

            Evet, bir alanın tüm unsurları sabırla incelenmelidir, ancak kısa bir ziyaret içinde aklımıza gelen ilk sorular ve değerlendirmeler ise, bizim anlamak istediklerimiz hakkında büyük bir ipucu vermektedir. Dolayısıyla kendimden bağımsız bir şekilde alan araştırması yapmak imkânsızdı. Gördüğünüz üzere bu metinde bile alandan ziyade kendi zihnimden ve anlam dünyamdan bahsediyorum.

            Mantar şeklinde olan çadır alanının ileriki meydanın ortasında seyyar bir banyo ve lavabo bulunmaktaydı, herkes için ortaktı. Yaklaşık 50 işçi bu alanda yaşıyor 10-15 çocukla birlikte yaklaşık 60-65 kişi bulunmaktaydı. 10 yaş civarından büyük olan herkes işçi olarak sayılmakta ve yaş gözetmeksizin herkes aynı yevmiyeyi almaktaydı. Bunun tek istisnası bazı ağır işlerde, taşıma kaldırma gibi işlerde, bazı erkeklerin daha fazla yevmiye almasıydı.

10 yaşından beri çalışmaya başlayan çocuklar, nisan ayından itibaren ve eylül ekim aylarında okullardan mahrum kalıyorlar. Sadece çocuk işçiler değil, çalışmayanlar tüm çocuklar da Çavuş’un aktardığı üzere okula gitmiyorlarmış. Çavuş kimsenin okula gittiğini görmemiş. Erkeklerin çoğu ise ya lisede ya da geçiş döneminde okul hayatlarını sonlandırmışlar.

            Söz konusu çadırları, “Çavuş” adını verdikleri, mevsimlik işçilerden sorumlu ve iş sahibi, işveren kişi kurmaktaydı. Bir diğer ilginç tabir ise, işçileri toplayıp getiren kişiye ise “Dayıbaşı” ismi verilmekteydi. Bir tür komisyon ilişkisinin de kurulduğu bu ilişkide, Çavuş ve Dayıbaşı mevsimlik işçilerin getirilmesinde anlaşırlar. Dayıbaşı elbette komisyonunu, işçilere verilecek olan yevmiyeden alır.

            Yenişehir’de, Çavuşun bahsettiğine göre, nisan ayı civarı işçiler gelir, ekim ayının ortalarına doğru dönmektedirler. Bizim iletişimde olduğumuz grup, kış ayında Mersin ilinde ikamet etmekteydi. Önce sezonu ekinle, özellikle fasulye ve biber ekerek başlamışlar, ardından çapa, biçme, toplama gibi işlemler sezon sonuna değin sürmektedir. Çavuş’a göre kendi arazilerinde iş hiçbir zaman bitmemekteydi. İşçiler ne kadar süre kalırsa kalsınlar daima tarım işi bulunurdu. Ancak daha uzun süre kalamamaların tek sebebi çadırlardı.

            Çadırlar, pazarlarda kullanılan brandalara benzer çadırlardı. İşçilere göre gündüz çok ısı aldığından içinde durulmuyor, ekim ayından itibaren ise soğuklara karşı dayanıksız oluyordu. Çadırların kurulduğu alan ise, akşamları yaz olmasına rağmen epey serindi. Dolayısıyla işçilerin, kasım ve mart ayları arasında Yenişehir’de kalması çadırlardan ve mevsimlerden dolayı olanaksızdı. Gerçi işçiler bu durumdan şikayetçi değillerdi, çünkü onlar kışın  Mersin’de, özellikle Silifke’de limon ve çilek toplayarak çalışmaya devam ediyordu. Onları bekleyen ve rahatsız eden en büyük tehlike ise çadıra erişim kolay olduğundan, zehirli böcek, örümcek ve yılanların sayıca çok olması ve çadırlara girmesiymiş. Demelerine göre biz gelmeden biraz önce bir yılan öldürmüşler, kimilerine göre bu yılan engerekti ancak Çavuş’un net ifadesiyle buralarda engerek bulunmazmış.

            Yine Çavuş’un demesine göre işçilere verilecek yevmiye, bir tür Çavuşlar Komisyonu’ndan ortak kararla çıkıyormuş. İşçiler henüz alana gelmeden sebze meyve Halinde toplanan Çavuşlar ortak bir kararla ücret belirler. Genellikle günlük asgari ücretin biraz üstü olarak belirlenirmiş. Bu sene 400 TL olarak belirlenen miktara bütün çavuşların uyması zorunluymuş ve çavuşa göre, bütün işçiler birbirlerinin aldıkları yevmiyeyi bildiklerinden, başka çavuşlar kendi işçilerine daha düşük bir ücret veremezmiş. Yine iddialı bir söylem olarak, Çavuş’a göre Türkiye’nin her yerinde şu an mevsimlik işçilerin yevmiyeleri aynıymış. Çavuş sadece yasa koyucu değil, aynı zamanda sorumluluk sahibiydi. Çadırların, temel ihtiyaçların kurulumundan bahsetmiştik, sorumlulukları bununla sınırlı kalmıyor elbette. Saat kaç olursa olsun, ister gecenin bir vakti olsun, rahatsızlanan bir kişi varsa onu hastaneye götürmekle mükellefti. Bu sorumluluklar yevmiyeden bağımsız sorumluluklardı.

            Yevmiye dağıtımı ise, en son verilmekteydi. İsminin aksine işçiler günlük değil, tüm iş bittikten sonra, yani ekim ayının ortalarında toplu bir şekilde ödemelerini alacaklar. Kaldıkları süre boyunca Çavuş tarafından bir defter tutulur, market alışverişleri çavuş tarafından yapılır ve masraflar bu deftere işlenir. Ödemeleri söz konusu masraflar düşüldükten sonra yapılır. Elbette bu masraflar temel market ve gıda ürünlerinden başka masraflar değil. Çay ve sigara masrafı müesseseden mi yoksa yine hesaptan mı düşülüyor bilmiyorum, sormayı akıl edemediğim bir soru daha çıktı önüme.

            Mevsimlik tarım işçilerinin hukukla da derdi yok değil. İl Göç İdaresi, ikamet izinleri, onların mobil hayatını biraz daha zorlaştırmakta. İkameti Bursa dışında olan birisi, onuncu çocuğunu doğurmak üzere, ikameti olduğu yere gitmek zorunda kalmış. Mezkûr kişi ise kuma idi, buna karşın çok eşli aile sayısı bir kaçtan fazla değildi, benim gördüğüm kadarıyla iki erkeğin iki eşi bulunmaktaydı. Burada dikkate değer bir husus ise, kadınlar ayrı çadırlarda kalmaktaydı. Çocuğu olup olmadığına bakılmaksızın her kumanın veya eşin ayrı çadırı bulunmaktaydı, yani hane anneye göre belirlenmekteydi.

            Ziyaretimiz sırasında ilginç bir olayla karşılaştık. Hocamla ben kendimizi işçilerle sohbete kaptırmışken birden çığlık sesleri duymaya başladık. Hocamla birbirimize umarım bu çığlıklar arkadaşlarımızdan gelmiyordur bakışı attık ancak akabinde gerçeği öğrendik. Meğer rahatsız bir küçük kız çocuğu bulunmaktaydı. Anladığımıza göre psikomatik rahatsızlığı bulunan çocuğa ahalinin bir kısmı özellikle kadınlar cin musallat olduğunu düşünmekteydi. Araştırmacı arkadaşlarımızın aktardığı üzere, yoğun ve gürültülü bir atmosferde birçok kadın, kızın başında dikilmek suretiyle Kur’an ve dualar okumaktaydı. Erkekler ise çoğunlukla rahatsızlığın psikolojik olduğunu biliyor, cin meselesine daha alaycı yaklaşıyorlardı. Kadınlar, iş dönüşü hane içi emekten de sorumlu olduklarından yemek, bulaşık çamaşır gibi tüm iş yükleri onlara aitti. Bu da sosyalleşmelerinin, bir yönüyle de sekülerleşmenin önünde büyük bir engeldi. Dünyaları erkekler gibi sosyal medya ve akşam sefasında değil, hane içinde kısıtlı iletişim şeklinde gerçekleşiyordu. Cinsiyetler arası eşitsizliğin, bireylerin kişisel gelişiminden toplumsal iletişimine kadar geniş bir rol oynadığını ancak böylesi bir alan araştırmasında fark edebilirdim. Dolayısıyla hane içi emek, cinsiyet, eşitsizlik gibi soyut görünen kavramlar, doğrudan gözlemle mükemmel bir zemine oturdu.

            Erkeklerin büyük bir çoğunluğunun görece daha seküler bir yaşam biçimine sahip olduğu söylenebilir. Bunun da en büyük aracı elindeki telefonlar ve özellikle sosyal medya uygulamaları. Zannediyorum ki özellikle orta yaş ve üstü kadınların akıllı telefonlarla ilişkisi çok daha sınırlı. Bu da erkeklerin dünyaya bakışında kadınlardan önemli bir farklılaşmaya yol açmış. Genç erkekler sıklıkla tiktok ve instagram adlı uygulamaları kullanıyor. Takip ettikleri hesaplara dikkat etmeye çalıştığımızda, etnik veya toplumsal kökeni farklı olan sevgilileri takip ettiklerini fark ettik. Örneğin fenomen olan bir hesapta, Azerbaycanlı kız ve Iğdırlı olduğunu düşündüğüm (kullanıcı adı 76 ile bitiyordu) bir erkek sevgiliydi, bazen canlı sohbet ediyorlar, bazen buluşuyorlar ve bunları kullanıcılarla paylaşıyorlardı. Genç erkeklerin aktarmasına göre söz konusu çocuk çobanmış. Ayrıca fenomenlerin kaç para kazandıklarından da çok iyi haberdarlardı. Tüm bunlar, farklı ülkelerden insanların romantik ilişki yaşaması, sosyal medya aracılığıyla gelirlerinin yükselmesi, fenomen erkeğin kendileriyle çoban olması hasebiyle benzerlik taşıması, bana zihin dünyaları hakkında fikir verdi. Umutlarını hayallerini sorduğumuzda sadece huzurlu bir hayat istiyoruz cevabıyla sıkça karşılaşsak da sosyal medya kullanımları bize hayalleri hakkında az çok fikir verdi.

            Gözlemlediğim ve dikkate değer bulduğum bir diğer husus ise, biraz da spekülatif bir biçimde, özellikle orta yaş ve üzeri insanların kelime dağarcığı üzerineydi. Gençler telefon aracılığıyla yeni kelimeler, yeni hayat tarzları öğreniyorlar ancak aynı şeyi daha büyükler için söylemek zor. Tercüman sosyolog arkadaşlarımız onlarla iletişime geçtiğinde modern birçok kelimeyi (üniversite, proje vb.) anlamadıklarını fark ettik ve çok sınırlı bir kelime haznesiyle cevap verdikleri kendini belli etti. Öyle ki, başkaları daha sade ve yalın anlatmak suretiyle soruları güncelliyordu. Arkadaşımız ise her seferinde daha açık ve net sorular sormak için çabalıyordu. Buna benzer olarak karşılaştığımız bir diğer sorun, Irak Arapçasına hâkim olan arkadaşımızın Suriye Arapçası konuşan işçilerle yaşadığı görece iletişim problemi. Hem iletişim problemi az da olsa yaşandı, hem de bu iletişim probleminden arkadaşımız sorumlu tutularak biraz da alay edildiğini fark ettim. Muhtemelen farklı coğrafyalarda farklı Arapçaların konuşabildiğini henüz bilmiyor tarım işçileri. Arkadaşımıza göre kullandıkları dil, sadece Suriye Arapçası değil, şehirden uzak ve kırda konuşulan anlaması zor bir dilmiş. Muhtemelen gündelik hayatta az iletişime geçen işçilerle böyle bir problemin çıkmasının sosyolojik ve Halduncu açıklamaları olduğunu düşünüyorum. Arkadaşlarımız sadece dilsel engellerle değil aynı zamanda güven problemleriyle de karşılaştılar. İşçilerin kendi koşullarından bahsetmeleri, işçilere şikayet ediyor gibi görünebilir veyahut Çavuş, Dayıbaşı gibi kişiler onları tembihlemiş olabilir. İşçiler böyle bir tehlikenin olmadığını fark ettiklerinde kendilerini yavaşça açtılar.

            Benim için kusursuz bir antropolojik ve etnografik bir deneyim oldu. Ne kadar kazanım elde ettiğimi her geçen saniye daha çok anlıyorum. Belki de bu beklentisiz ve olacaklardan habersiz gittiğim içindi. Okuduğum bütün antropoloji metinleri bu araştırma sırasında ve sonrasında çok daha iyi anlam kazandı. Benim mücadelem, kendi imgemle işçilerin imgesi arasındaki gerilim oldu. Hem kendi içimdeki sonsuz merakı ve tahayyülü durduramıyor, hem de kendimi yalıtıp dışardan bakmaya çalışıyordum. Araştırmanın benim için ilk olması da bu mücadele için bir etken olduğunu zannediyorum. Alanı sadece ben inşa etmedim, aynı zamanda bu alan bir sosyal gerçeklik olarak var, Çavuşun, işçilerin, herkesin ayrı bir inşası bulunmakta. Araştırma, bütün inşaların, imgelerin arasında zorlu bir seyahat gibi göründü bana. Sosyal koşulların da bir tür imge olabileceği ihtimali ortaya çıktı. Çünkü sosyal koşulları büsbütün bağımsız bir şekilde gözlemleyebilmek görece olanaksız. Dolayısıyla bireylerle iletişimle daha iyi anlamak durumundayız. Bu da bizi sosyal koşulların bireylerde nasıl bir etki bıraktığına, koşulların insanlara nasıl etkide bulunduğuna ve dahası bunların insan zihninde nasıl bir anlamı olduğuna ve nasıl bir imgelem oluştuğuna dair fikir vermekte.

            Akşam yedi gibi başlayan şiddetli sohbet eşliğinde gözlemlerimiz, gece üç gibi şiddetinden hiçbir eksiltmeyerek sona erdi.