‘Eşitsizlik’ Problemi: Rousseau’dan Hareketle Yaşar Kemal’in İnce Memed Romanına Uzanış | Barış Çokaz

0
1829

“Söz hürriyetindi
Toprağı bölüşmüştüler…”

Nâzım Hikmet RAN

Özet

İnsanlık en başından beri eşit yaşam koşullarıyla birlikte yaşamlarını sürdürmüştür. Ancak çok sonradan modernleşmeyle, uygarlaşmayla ya da çağdaşlaşarak çoğu yasalar gün yüzüne çıkmıştır. Bu durumu en ince ayrıntısına kadar anlatan Rousseau, mülkiyetin doğuşuyla insanlığın batışını göstermiştir. Eşitsizlik problemi, sadece hukuk veya siyaset felsefecilerinin ilgi alanı olmayıp çoğu sanat dallarında da yer etmiştir. Genel olarak edebiyat alanında, özel olarak romanların kurgusunda söz konusu olan eşitsizlik problemi işlenmiştir. Kaleme alınan makalenin amacı, romanlarda da işlenen bu problemi açığa çıkarmaktır. İlkin edebiyat ve hukuk ilişkisinin neler olduğuna ve hukuk felsefecilerinden Dworkin’in kısaca ‘yorum’ olarak hukuk felsefesine değinilecek, ardından Rousseau’nun İnsanlar Arası Eşitsizliğin Kaynağı kitabından hareketle, eşitsizlik problemini oluşturan unsurlara bakılacaktır. Eşitsizliğin kaynağı ortaya konduktan sonra Çukurova’nın bereketli topraklarında yaşamış, romanlarında Çukurova’yı ve Akdeniz insanını anlatan yazar, Yaşar Kemal’in İnce Memed romanında yer eden eşitsizlik problemi vurgulanacaktır.

Anahtar Kelimeler: Eşitsizlik, hukuk, adalet, devlet, Rousseau, Yaşar Kemal.

Giriş

Eşitsizlik problemi, Antik Yunan dünyasında tragedyalarla birlikte başlayıp, modernlere kadar tartışılagelen konu olmuştur. Özellikle çağımızda eşitsizlik hat safhaya ulaşmıştır. Her ne kadar özgürlük, eşitlik, adalet ya da hak arayışında olsak da bir şeyler eninde sonunda önümüzü kesmiştir. Her insanın eşit olduğunu sadece söylemlerde duyuyoruz. Kimi zaman ‘eşitlik’ diye başkaldırıyoruz, kimi zaman da yasalara, kurallara boyun eğiyoruz. Bu bağlamda, Rousseau’nun insanına baktığımızda, henüz ham ve kültürlenmemiş, vahşi olan doğal insan bir başına dolaştığı doğada ilkin hayvani fonksiyonlarla tasvir edilmiştir. İstemek, merak duygusunu canlı tutmak gibi durumlar doğal insan ruhunun ilk halleri olarak karşımıza çıkar. Ancak her ne kadar doğal insan olarak betimlensek de doğal insan olarak kalınmamıştır. İşte bu yüzden Rousseau, doğal insanın mutluluk halinin doğa tarafından kendisine sunulmuş olduğuna fakat toplumsallaşmanın sonucu olan hayal gücünün arzu ve ihtiyaçlar arasındaki dengeyi olumsuz bir şekilde sarstığına dikkat çeker. Oluşan bu dengesizlik, kendini hukuk ve felsefe alanında gösterdiği gibi insanlar arası ilişkiler üzerinden edebiyatta da göstermiştir. Böylece, edebiyatın ve hukukun ortak yönlerinden hareketle yola çıkıp, aralarındaki ilişkiyi göstermek yerinde olacaktır.

Edebiyat ve Hukuk İlişkisi

Edebiyat ve hukuk arasındaki ilişki düşünce tarihinin oldukça eski dönemlerine kadar uzanır. Rousseau’nun deyişiyle; insanları doğru yola sokmak için bir devrim ortaya çıkmalıydı ve bu edebiyat oldu çünkü yazmak sanatından sonra düşünmek sanatı doğdu (Rousseau, 1970: 17-18). Hatta bu durum, mitlerden bugüne dek üzerinde tartışılagelen konu olmuştur. Bu bağlamda Sophokles’in Antigone başlıklı trajedisine işaret edilebilir. Öyle ki bu trajedide adil davranış aranırken aynı zamanda başkaldırı ve ceza gibi kavramlara da kapı aralanır.

Hukuk ve edebiyatın öncelikli ilgi alanı iki disiplin ve ilgilendikleri konular arasındaki ilişkidir. Herhangi iki olay ya da olgu arasındaki ilişkiler değişik açılardan farklı şekillerde kurulabilir. Zira hukuk ile edebiyat arasında bağlantı kurulurken hem hukukun hem de edebiyatın dil aracılığıyla aktarılan bilgilerden oluştuğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu bağlamda dil, her iki alan için ortak araç olarak kendini gösterir. Hukuk ve edebiyat arasındaki ilişki, hukukçular ve edebiyatçılardan da önce filozofların dikkatini çekmiştir. Bu noktada Platon’un Yasalar eserini anımsayalım: Platon sadece yasa çıkarmakla yetinmemekle aynı zamanda bize yasaları da öğretmektedir. Platon için yasa, bir edebiyat eseridir ve yasa koyucunun sorumluluğu şairinkinden daha büyüktür. Dolayısıyla yasa koyucu en iyi ve en güzel tragedyayı yaratan sanatçıdır (Platon, 2007: 817b).

Eski dönem anlayışlarında karşımıza çıkan düşüncelerde şiirin, hukuku oluşturan kaynaklardan biri olarak görülmesi de vardır. Böylece bir şairin, toplumun adalet, güzellik ve iyilik gibi değer yargılarıyla çelişen eserler üretmemesi uygun düşer. Hukuk ve edebiyat ilişkisinin derinliğine indiğimizde kimi soyut davalar kaleme alınan edebi eserlerle somutlaşır. Edebiyatın temel yapı taşı olan dilin; hukuk, toplum düzeni ve hukuki olgularla bağlantısı geçmişten bugüne dek süregelir. İnsan, içinde yaşadığı dünyayı dil ile anlamlandırır ve dünyayı kendi oluşturduğu gerçekliğe uyacak şekilde yorumlamaya çalışır. Yorumlama ya da hermeneutik anlayış bu noktada kendini gösterir. Öyle ki nasıl tıp, edebi ya da teolojik hermeneutik varsa hukukun da hermeneutiği vardır. Çağdaş hukukun ileri gelen hukuk felsefecilerinden Dworkin’in ortaya koyduğu düşüncede; edebiyat olarak hukuk yatar. 

Dworkin, hukuk alanında yorumcu evrenselciliğin en önemli temsilcilerindendir. Yorumcu evrenselcilik, anlama ediminin bir yorum meselesi olduğundan hareket eder (Torun, 2008: 26). Dolayısıyla Dworkin için hukuku anlayabilmek pratiğe yorum getirme işidir. Bizler yorumlama esnasında bir şiiri, filmi ya da kitabı yerinde betimlerle tasvir etmeyi deneriz. Sorularla eseri anlamaya çalışırız. İşte bu noktada Dworkin bir yazar edasıyla teorisini ortaya koyarak hukukun bir roman, şiir ya da film gibi yorumlanmasını gerektiğini düşünmüştür. Dworkin’e göre hâkimler, ilerleyen bir hikâyenin yorumcuları gibidir (Wacks, 2021: 91). Bu yüzden hâkimleri zincirleme bir romanla uğraşan yazarlar gibi düşünmek gerekir. Her yazar, önceki bölümleri kendi bölümleri ile birleştirerek bütün bir roman yapmaya çalışır.

Hukukun edebiyatla ilişkilendirilmesinin amacı, kimi zaman hukuki metinlerin yorumunda kimi zamansa edebi metinlerin yorumunda bazı tekniklerin kullanılıp kullanılamayacağını tartışma konusu yapmaktır. Öyle ki disiplinler arası çalışmalar yaygınlaştıkça, hukuk ile edebiyatı ilişkilendirme çabaları da artmaktadır. Bilindiği üzere genel olarak dünya edebiyatında Dostoyevski, Kafka veya Hugo gibi isimler, özel olarak bizim edebiyatımızda Orhan Kemal, Yaşar Kemal vb. isimler hukuk, eşitsizlik, ceza, adalet gibi kavramlara eğilmişler ve iki alanın birbiriyle olan ilişkisini romanlarında işlemişlerdir. Buradan hareketle felsefeye dönüp modern siyaset ve hukuk anlayışı ortaya koyan Rousseau’nun ‘eşitsizlik’ problemine yaklaşımını açığa çıkarmak yerinde olur.

Rousseau ve Eşitsizliğin Kaynağı

İnsanın doğa durumu üzerine düşünceleri 18. yüzyıl siyaset felsefesiyle açığa çıkmıştır. Rousseau, insanın toplumsal yaşamda bir birey olarak, diğer topluluk üyelerinin özgürlük alanına müdahale etmeden, özgür bir şekilde nasıl daha iyi yaşayabilir sorusu üzerinde durmuştur. Rousseau, aydınlanma düşüncesiyle birlikte Avrupa’da meydana gelen gelişmelerin ahlakı çökerttiğini ve toplumların yoksulluk içinde kargaşa düzeniyle karşılaştığını vurgulayarak bağlı olduğu toplumsal yapıyı eleştirir. İnsanlar Arası Eşitsizliğin Kaynağı kitabında, eşitsizliğin kaynağının ne olduğunu ve insanın doğa durumunun nasıl bozulduğunu gösterir.

Rousseau’nun düşüncesinde eşitsizliğin altında yatan kaynaklardan biri özel mülkiyet iken diğeri insanlar arasındaki anlamsız hırstır. Dolayısıyla iki tür eşitsizliğin olduğunu şu cümlelerle vurgular: “İnsan türünde iki tür eşitsizlik görüyorum. Biri doğa tarafından meydana getirildiği ve yaş, sağlık, bedendeki güçler ve zekâ ya da ruh nitelikleri arasındaki farklardan oluştuğu için buna doğal ya da fiziki eşitsizlik diyorum. Öteki bir çeşit uzlaşmaya dayandığı ve insanların onaması ile kurulmuş ya da hiç değilse onlarca kabul edilmiş olduğu için buna manevi veya politik eşitsizlik adını veriyorum” (Rousseau, 2019: 87). Bu cümlelerden açıktır ki doğal ve yapay olmak üzere iki tür eşitsizlikle karşı karşıyayız. Böylece Rousseau, doğanın kanuna nasıl boyun eğdiğini saptamak ister. İnsanı hayvanlardan üstün kılan bir özelliğin özgür olma niteliği olduğunu da vurgular (Rousseau, 2019: 103). Dolayısıyla özgürlük, ahlak ve eşitlik gibi kavramlar Rousseau’nun felsefesinde yüce erdemler olarak kendini gösterir.

Rousseau, ikinci bölümün hemen başında “bu bana aittir” diyebilen kimsenin, uygar toplumun gerçek kurucusu olduğuna işaret eder. Dahası, mülkiyetin doğuşuyla birlikte devletlerin ortaya çıkışını ilişkilendirir. Uygarlıkla birlikte doğal olan, olması gereken mutlu yaşam bir toz gibi ortadan kalkmıştır. Bunun yerini güvensizlik, eşitsizlik, kölelik ve sefalet almıştır. Bu bağlamda Rousseau’nun şu cümlelerine kulak kabartmak gerekir: “Doğaları gereği olabilecek kadar özgür, sıhhatli, iyi, mutlu yaşadılar; kendi aralarında bağımsız bir ilişkinin zevklerini tatmaya devam ettiler. Fakat bir insanın yardımına gereği olduğu anda bir kişinin iki kişiye yetecek kadar yaşama araç ve gereçlerine sahip olmasının yararlı, karlı olduğu fark edildiği anda eşitlik kayboldu, mülkiyet işe karıştı, çalışma zorunlu oldu. (Rousseau, 2019: 144). Böylece yeryüzü insan teriyle sulandı ve toprağa köleliğin/sömürünün filizleri ekildi. Bu durumu açığa çıkaran şey sanayileşme ve uygarlaşmaydı. Teknolojik buluşlar gelişmenin aksine, insanlar arasındaki yozlaşmaya kapı araladı ve “benim – senin” kavgası başladı.

Rousseau kaleme aldığı çalışmanın çoğunda mülkiyet sahibi olmanın ve uygarlaşma sürecinin insan doğasındaki olumsuz etkisine değinir. Doğa durumunda insan, toprakları işledi. Bu haliyle toprakların işlenmesinin zorunlu sonucu olarak toprakların paylaşılması gerekti. Mülkiyet kabul edilince hukuk kurallarının doğuşu da kaçınılmaz oldu. Dolayısıyla doğal hukuk olana değil, olması gerekene yöneldi (Torun, 2008: 34). Bu haliyle doğal hukuk, bizlere istenen ya da ideal olan hukuku ifade etmektedir. Birey ancak doğa durumunda özgür irade yetisine sahiptir. Ancak insanın, doğa durumundan toplumsallaşma sürecine geçişiyle birlikte yitirdiği pek çok özgürlük alanı vardır. Kimi insanlar yaşamları boyunca kimi zaman kanunlara kimi zaman efendilere boyun eğdiler. Rousseau’nun deyişiyle, yurttaşlar özgürlüklerini korumak, alıkoymak istediler; uyruklar ise artık kendilerinin tatmadıkları bir varlığı başkalarının tatmasına dayanamadıkları için komşularının özgürlüğünü ellerinden almaktan başka bir şey düşünmez oldular (Rousseau, 2019: 166).

Özetle söylemek gerekirse Rousseau, uygarlıkla beraber eşitsizliğin ve mülkiyetin kendini gösterdiğini vurgulamıştır. İnsan doğa halinden sözleşme ile çıkarak mutlu-mutsuz, efendi-köle ya da adaletli-adaletsiz gibi kavramların ayrımına varacaktır. Rousseau, toplum sözleşmesiyle eşitlik ve özgürlük temelli, genel iradeye dayanan demokratik bir toplum düzeninin nasıl kurulacağı üzerinde durmaktadır. Rousseau, politik topluluktan hareketle güçlünün ve zayıfın kanununa işaret eder. ‘Güçlü’ ve ‘zayıf’ kavramları bu noktada kapalıdır. Mülkiyet hakkının kurulması ile politik hükümetlerin haklarının kurulması arasındaki zaman aralığında bu terimlerin anlamını ‘fakir’ ve ‘zengin’ kelimeleri daha iyi verir; çünkü kanunlar var olmadan önce insanın malına saldırmaktan ya da onların malını başkasının üstüne mal etmekten başka yol yoktu (Rousseau, 2019: 156). Bu perspektiften hareketle filozofumuzun bakış açısına edebiyatı da ekleyerek Yaşar Kemal’in İnce Memed romanında yer alan zengin-fakir, güçlü-güçsüz ya da eşitsizlik gibi kavramların derinliğine inelim. Öyle ki Çukurova’nın topraklarında yaşayan, pamuk tarlalarını kendine ilham eden yazarımız, işçilerle/ırgatlarla birlikte çok vakit geçirmiştir. Köylünün halini eserlerinde nakış gibi işleyip betimleyen Yaşar Kemal, İnce Memed ile Abdi Ağa arasındaki eşitsizliğe, mülkiyete ve adaletsizliğe filozof edasıyla yaklaşmıştır.

İnce Memed: Eşitsizliğin Romanı

Sınıfsal farkın ve başkaldırının karakterler üzerinde belirgin olarak ortaya çıktığı İnce Memed romanında, insanlar arasındaki eşitsizlik dikkat çekmektedir. Romanda Çukurova bölgesinde ağaların, beylerin ve köylünün kendilerine has kurdukları hayat düzeni insanlar arasında sabitleşen statü farklılıkları vurgulanmaktadır. Güçlü-zayıf, zengin-yoksul vb. karşıtlıkların belirginleştiği bu coğrafyada, güçlü ve zengin olan yönetimi her zaman ele geçirirken, bir böcek gibi ezilen / boyun eğen zayıf ve yoksul taraf olmuştur. Adaletsizliğin, hırsın, öfkenin, zulmün ve eşitsizliğin yarıştığı bu düzende hem aynı sınıf insanlar arasında hem de farklı sınıftan insanlar arasında çatışmalar kendini göstermiştir.

Felsefe alanında Rousseau ya da Locke gibi isimler, insanlar arasında açığa çıkan ve yerleşen eşitsizlik veya çatışma gibi sorunların kaynağının ne olduğu ve nasıl oluştuğu hakkında düşünmüşlerdir. Bu düşünceyi edebiyat alanında Yaşar Kemal, İnce Memed romanıyla somut bir şekilde bizlere sunmuştur. Rousseau, uygar toplumun ve mülkiyetin asıl kurucusunun bir toprak parçasının etrafını çevirip bu toprağı sahiplenen kişi olduğunu savunur. Toprağın ve onun ürünlerinin herkese ait olduğu yakın zamanda unutulmuş ve büyük sorunlar yer etmiştir. Bu görüş ve sonuçlarından hareketle İnce Memed romanı, üzerinde durulan problemin kaynağının temeline işaret eder.

Değirmenoluk’ta beş köyün, beşinin de ağası olan Abdi Ağa, bu bölgenin toprağına, tarlasına, insanına kısacası her şeyine sahip olan tek güçtür. Abdi Ağa’nın tarlalarında ırgatlık yapan insanlar, hayvanlarına bakan köylüler; ne işledikleri tarlalara ne de bu tarlaların ürünlerine sahiptirler. Onlar, bütün bu emeklerinin karşılığını almadan Abdi Ağa’nın ‘benim’ dediği şeylerin varlığını sürdürmek ve verimliliğini sağlamak için ağanın elinde tuttuğu ve yönettiği güçlerdir. İnce Memed, bu adaletsiz düzeni ortadan kaldırmak için ortaya çıkmış başkahramandır. Abdi Ağa gibi ortaya çıkmış kimseleri ortadan kaldırmak ister ve herkesin hakkının herkese eşit verilmesini savunur. Adaleti sağlamak adına kendini feda eden Memed, diğer zorba eşkıyalardan farklı olarak iyi eşkıyayı temsil etmiştir.

İnce Memed, Abdi Ağa’nın zulmünü gördükten sonra annesinden habersiz bir başka köye kaçmaya karar verir. Günlerdir aç kalan ve yorgun düşen Memed giderken bir kasabada gördüğü eve sığınır. Başına gelenleri evin büyüğüne anlatır. Evin büyüğü ağayı tanıdığını söyler ve Memed’in kaçması için yardımcı olur. Ancak bu kaçış ilk başta hayal olarak kalır çünkü Abdi Ağa’nın adamları Memed’i bulur ve döverek köye geri getirirler. Abdi Ağa’nın tarlalarında annesi Döne ile Memed çalışmaya devam ederler. Eşitsizlik problemi kitabın hemen ilk bölümlerinde kendini şu diyalog ile birlikte gösterir:

“Abdi Ağa, Döne’yi işaretle yanına çağırdı. Yanaşmalara da şu emri verdi:

-Dörtte üçü bize, birisi Döne’ye.

Döne Ağa’nın üzengisine sarıldı:

-Etme Ağam! Acımızdan ölürük bu kış. Etme. Eyleme. Tabanlarını öpeyim Ağam!

Ağa:

-Hiç sızlanma Döne! dedi. Hakkını veriyorum.

-Benim hakkım üçte birdir, dedi Döne sızlayarak.

Yanaşmalar ölçmeğe başladılar. Üç tane Ağa’ya bir tane Döne’ye koyuyorlardı. Ağa’nın yığını büyüdü gitti. Döne’ninki küçücük” (Kemal, 1975: 59).

Bu diyalog ile Ağa’nın aldığı ürün, köylüden fazladır ve işçinin emeği bu noktada görünmez durumdadır. Memed, genç bir delikanlı olarak bu durumu kendine yediremez. Romanda bir kırılma noktası olarak Memed’in düşüncelere kapıldığı bizlere aktarılır: “Düşünceler kafasında akın ediyordu. Düşünüyordu artık. Dünya kafasında büyümüştü” (Kemal, 1975: 92). Yani artık İnce Memed aklını kullanma cesareti gösteriyordu, ‘hayır!’ diyebiliyordu. İşte bundan sonra başlar, Memed’in bütün hikâyesi…

Köyde sevdiği Hatçe ile kaçan Memed’in yine başı beladadır. Hatçe, Abdi Ağa’nın yeğeni ile zorla nişanlandırılmak ister. Ancak Hatçe’nin gönlü Memed’ten yanadır. Abdi Ağa’nın adamları onu bulmak için yola koyulur. Çamurlara bulanmış ayak izlerinden dolayı hemen bulurlar onları. Ancak Memed bu sefer boyun eğmez, belindeki tabancayı çıkararak Abdi Ağa ve yeğenine iki el ateş eder. Hatçe’ye eve dönmesini söyler ve yine geleceğini vurgular ve ardından ormanın içine doğru yol alır. İnce Memed, bir köye sığınır ve durumu anlatır. Evin büyüğü Süleyman onu misafir eder. Dağlarda eşkıyaların yanında yer alacağını söyler Memed. Süleyman ise ona bazı öğütler verir: “İnce Memed sen daha çok gençsin. Ama pişeceksin. Eşkıyalarla çok düştüm kalktım. Bilirim. Çoğunun akıbetini gördüm. Varır varmaz çeteye öyle herkesle can ciğer olma. Onlar hemencecik seninle arkadaş olmak isterler, sana karşı hoş, yumuşak görünürler. Sen kendini hiçbir zaman açmayacaksın. Gün geçtikçe hepsini iyice tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra arkadaş olabileceğin insanı seç… İki yerde reisler var, geriye kalanlar reislerin kullarıdır. Hem de ne aşağılık kullar. Reisler insan gibi yaşarlar, ötekiler köpek gibi. Sen reis olacaksın ama ötekileri köle gibi kullanma” (Kemal, 1975: 142). Memed bu öğütleri yaşamı boyunca unutmaz ve dağda çoğu eşkıyanın yaptığı zalimliklere karşı çıkar. İnsanca yaşamak ister ve halka zulmedenlerin karşısında yer alır.

Memed’in içinde yatan cesaret, korkaklıktan ve umutsuzluktan doğar. İnce Memed, doğal dünya ile beşeri dünya arasındaki karşılıklılığı yaşar (Tharaud, 2017: 86). Yaşar Kemal, doğal dünya ve karakter gelişimini kapsayan insani dünya arasındaki ilişkiyi güçlü betimlemelerle romana işlemiştir. Memed, bir insanı öldürmenin kötü bir şey olduğunu bilir ancak kinle, öfkeyle ve nefretle düşünür: “Bir adam öldürmek! Bir adamı tamamen ortadan kaldırıp yok etmek kendisinin elindeydi şimdi” (Kemal, 1975: 268). Abdi Ağa’nın, Memed’in annesine, Hatçe’ye ve köy halkına yaptığı kötülükler devam etmiştir. Dolayısıyla bıçak kemiğe dayanmıştır. Memed bir gece köye gelir ve anasının öldüğü haberini alır. Ardından Abdi Ağa’nın izini sürmeye başlar. Bu arada Abdi Ağa’da Memed’i öldürmek için türlü türlü tuzaklar kurar. Abdi Ağa, Ankara’ya telgraf çeker ve Memed’in gizlendiği yeri söyler. Hatçe’nin hapiste olduğunu öğrenen Memed onu ve arkadaşını kaçırır. Yolda jandarmalar Memed’i kıstırır, aralarında çatışma çıkar. Tam bu sırada Hatçe doğum yapar. Memed, eşi ve çocuğu için teslim olur. Aylardır peşinde olan Asım Çavuş onu bu halde iken tutuklayamaz. Doğan çocuğu Hatçe’nin hapishane arkadaşı alır. Tüm bu olaylardan Abdi Ağa’yı sorumlu tutan Memed, köye gidip Abdi Ağa’yı vurur. Köy halkına diyeceklerini sesli düşünür:

“-Varacağım Dikenli düzüne. Beş köyün yaşlılarını toplayacağım başıma. Diyeceğim ki; Abdi Ağa artık yok. Elinizdeki öküzler sizindir. Ortakçılık mortakçılık yok. Tarlalar da sizindir. Ekin ekebildiğiniz kadar!

Cabbar gözleri yaşararak:

-İşte bu iyi, dedi. Ağasız köy, herkesin kazandığı herkesin olacak!

Memed’in kafasında sarı parıltılar yanıyordu. Herkesin toprağı herkesindir. Abdi Ağa ölse de ölmese de herkesindir, diye içinden geçirdi” (Kemal, 1975: 355-360). Abdi Ağa’yı öldürdükten sonra atını dağlara süren İnce Memed’ten bir daha haber alınamamış ve köy haklı arasında kurtarıcı olarak yer etmiştir. Dolayısıyla İnce Memed’in bir tür adalet dağıttığını söylememiz mümkündür. Bu noktada şu soru sorulabilir: Peki, mülkiyet hakkının sınırları nasıl çizilmelidir? Rousseau yaşıyor olsaydı, muhtemelen bu soruya toplum sözleşmesiyle yanıtını verirdi. Devletin mutlak gücü ile bireysel haklar arasındaki denge, sınıfsal menfaatlere karşı topumu koruyan bir toplum sözleşmesine dayanmalıdır. Dolaysıyla Yaşar Kemal, Çukurova’daki açgözlü ağaların köylülerin topraklarını ne gibi yollarla ele geçirdiklerini ve toprak dağılımı konusundaki haksızlığı belirtmek istediği için İnce Memed’i bu haksızlığa başkaldıran bir devrimciye dönüştürmüştür (Moran, 2011: 111).

Sonuç

Sonuç olarak Yaşar Kemal, romanında döneminin insanlarını görerek ve onların arasında yaşayarak, karakterleri yaşamdan esinlenerek kurgulamıştır. Bir röportajında şöyle der: “Benim yazdığım insanların hiçbirisi olağanüstü kişilerden değildir. Hepsi doğal insanlardı. Ben eve başkaldırmıştım, köye de öyle. Durmadan kaçıyordum. Özgürlük, diye bir şey düşünmüyordum. Onun ne olduğunu hiç bilmiyordum” (Kemal, 2022: 86-88).  Dolayısıyla eserinde kendi yaşamından izler taşıdığını da bu cümlelerden hareketle söylememiz mümkün olur. Yaşar Kemal, yine Alain Bosquet ile yaptığı röportajda İnce Memed romanı için şunları söyler: “İnsanlık, başkaldırmaya mahkûmdur. Mecburlar, insanın içindeki başkaldırının eylemcileridir. İnce Memed’te, dört roman boyunca bu başkaldırmaya mecbur insanın derinine inmek istedim. Birinci kitapta İnce Memed, eşkıyalığa rastgele başlamıştır. Ama ona gereksinmesi olan halk onu yakalamış, onu istediği yola çekmiştir. O ne kadar bilinçsiz de olsa artık başkaldırmaya mecbur insan yoluna girmiştir” (Kemal, 2022: 170).

Öyle ki İnce Memed romanı felsefeden politikaya, politikadan sosyolojiye kadar derin izler taşımıştır. Yaşar Kemal, insanlığın yabancılaşmasını şu cümleler ile bizlere aktarır: “Yabancılaşma, insanlığın başlıca önüne geçemeyeceğimiz bir karakteristiğidir. Buna hiçbir zaman insanlık bir çare bulamayacaktır. Doğadan uzaklaştıkça onunla iç içe olmaktan koptukça yabancılaşma kaçınılmazdır” (Kemal, 2022: 181). Rousseau’nun altını çizdiği insanlar arasındaki eşitsizlikte insanların birbirine yabancılaşması da yatar. İnce Memed romanında birey hem kendisiyle hem de kültürle bir çatışma halindedir. İnsanın doğasını bozan ve eşitsizliğe kaynaklık eden şeyin uygarlık olduğunu düşünen Rousseau, bu bozulmanın kaynağını özel mülkiyete dayandırır.

Son olarak vurgulamak gerekirse, Rousseau insanın doğa durumunu felsefe yaparak ortaya koyarken, Yaşar Kemal edebiyat aracılığıyla insanın durumunu göstermiştir. Hukuk ve edebiyat ya da edebiyat ve felsefe ilişkisi metinler üzerinde somutluk ve açıklık kazanmıştır. 21. yüzyıl ile birlikte insanlığın hemen hemen her şeye yabancılaştığını görmemiz mümkün. Öyle görünüyor ki çağımızda İnce Memed gibi insanlar, o güzel atlara binip gittiler.

KAYNAKÇA

  • KEMAL, Y. (1975), İnce Memed I, İstanbul: Cem Yayınevi.
  • KEMAL, Y. (2022), Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor: Alain Bosquet İle Görüşmeler (çev. Onat Kutlar & Altan Gökalp), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • MORAN, B. (2011), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, İstanbul: İletişim Yayınları.
  • PLATON, (2007), Yasalar (çev. Candan Şentuna & Saffet Babür), İstanbul: Kabalcı Yayınları.
  • ROUSSEAU, J. J. (2019), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (çev. Rasih Nuri İleri), İstanbul: Say Yayınları.
  • ROUSSEAU, J. J. (1970), Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev (çev. Sabahatttin Eyuboğlu), İstanbul: Cem Yayınevi.
  • THARAUD, B. C. (2017), Çukurova: Yaşar Kemal Edebiyatının Temelleri (çev. Tahsin Çulhaoğlu), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  • TORUN, Y. (2008), Ronald Dworkin’ın Hukuk ve Siyaset Felsefesinde Adalet, Eşitlik ve Özgürlük Sorunu, Ankara: Savaş Yayınevi.
  • WACKS, R. (2021), Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş (çev. Engin Arıkan), İstanbul: Tekin Yayınevi.