ABD’nin Küresel Hegemonyasının Geleceği: Tarihsel ve Kuramsal Bir Yorum | Doğacan Başaran

Tarihsel anlamda hegemonya kavramının ilk kez Antik Yunan döneminde kullanıldığı bilinmektedir. Söz konusu dönemde Pers İmparatorluğu’na karşı Atina’yla ittifak yapan şehir devletlerinin Delos Deniz Birliği vesilesiyle bir güç dengesi ilişkisi tesis ettiği; lakin bu güç dengesi sistemi içerisinde Atina’nın aşırı güçlenerek sistemi tahakküm altına almaya çalışması karşısında Sparta başta olmak üzere, durumdan rahatsız olan şehir devletlerinin yeni bir arayışa yöneldiği görülmüştür. Nitekim Peleponnes Savaşları neticesinde Atina’nın yenilmesiyle tarihteki ilk hegemonya tesis edilmiştir.[1] Dolayısıyla kavramın devletlerarası ilişkiler boyutunda güç ilişkilerini ifade eden bir anlam taşıdığı ifade edilebilir. Zira algılanan tehdidin dengelenmesi amacıyla aktörler, bir güç dengesi tesis etmeye ve bu kapsamda denge sistemini ayakta tutabilecek kapasiteye sahip görece diğer aktörlerden güçlü bir devleti de hegemon konumuna ulaştırmaya yönelirler. Yani bir aktörün hegemon konuma ulaşması, diğer devletlerin rızasından geçmektedir. Bu yüzden de küresel ya da bölgesel düzeyde kurulan bir hegemonik sistemde, hegemonya oluşturabilmek için askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda sistemi ayakta tutabilecek kapasiteye sahip olmak ve gücünü diğer devletlerin rızasına dayandırmak gerekmektedir.

Hegemonya denildiğinde akla gelen en önemli isimlerden biri olan İtalyan düşünür Antonio Gramsci, tarihsel ilerlemenin tahakkümden rızaya geçişle mümkün olabileceğini ifade etmiştir.[2] Yani Gramsci’ye göre hegemonya, rızaya dayalı bir liderlik biçimidir.[3] Neorealist bir yaklaşım çerçevesinde devletlerarası ilişkilerin analizine bakıldığında ise uluslararası sistemin istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürmesinin ön koşulu olarak sistem içerisindeki düzeni sağlayacak ayrıcalıklı bir aktöre ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Bununla birlikte devletlerin hegemonyayı bir güç dengesi ihtiyacı neticesinde oluşturdukları da unutulmamalıdır. Zira John Mearsheimer’ın da dikkat çektiği üzere, uluslararası politik ilişkilerde devletler, saldırgan realizm olarak da tanımlanan yaklaşım doğrultusunda kendi çıkarlarına ulaşabilmek için bencilce hareket edebilmektedir.[4]

Kısaca özetlemek gerekirse, uluslararası sistemi tahakküm altına almak isteyen bir devletin saldırganlığı karşısında diğer aktörlerin bir araya gelerek bir güç dengesi tesis ettiği görülmekte ve bu denge sistemi içerisinde sistemi ayakta tutabilecek bir aktöre, hegemon güç olma yetisinin verildiği bilinmektedir. Bu sistem, bölgesel düzeyde olabileceği gibi, küresel nitelikte de tesis edilebilir. Tarih içerisinde üç tane küresel hegemonya inşasının gerçekleştiği bilinmektedir. Bunlar Birleşik Eyaletler, Britanya ve ABD’nin liderliğinde tesis edilmiştir.

Tarihteki ilk büyük hegemon gücün Birleşik Eyaletler olduğu kabul edilmektedir. Bahse konu olan dönemde Avrupa’da siyasi birliğini tamamlayamamış pek çok prensliğin bulunması, Birleşik Eyaletler’in liderliğini kolaylaştırmıştır. İkinci küresel hegemon aktör ise Britanya olmuştur. Britanya, 1815 sonrasında tesis edilen Viyana Düzeni’ni ayakta tutan “dengenin dengeleyicisi” olarak gerektiğinde sistem içi sorunlara müdahil olan ve diğer zamanlarda “muhteşem yalnızlık” olarak tanımlanan politikayı uygulayan aktör olarak dikkat çekmiştir.[5]  

Anlaşılacağı gibi, 1815 tarihli dünya düzeni Napolyon Savaşları sonucunda Fransa’nın uluslararası sistemi tahakküm altına alma girişimi karşısında tesis edilen güç dengesi bağlamında inşa edilmiştir. Benzer bir durum ise İkinci Dünya Savaşı’nda dünyayı tahakküm altına almak isteyen Naziler yönetimindeki Almanya’nın karşısında ABD liderliğinde tesis edilen güç dengesiyle oluşmuştur. Bu güç dengesi, aynı zamanda Amerikan hegemonyasının da miladı olma özelliğine haizdir.

Amerikan hegemonyası, küresel kapitalist sistemin sürdürülebilirliği ekseninde neoliberal ideolojik değerler üzerine inşa edilmiştir. Bu kapsamda ABD, Bretton Woods sistemi aracılığıyla küresel ekonomik liderliğinin temellerini oluşturmuştur. Ayrıca Washington yönetimi, bunu yaparken kültürel düzeyde Amerikan tarzı yaşam biçimini dünyaya pazarlamış ve küresel düzeyde “McDonaldlaşma” olarak ifade edilen bir durum meydana gelmiştir. Dahası ABD, askeri kapasitesiyle ve NATO aracılığıyla güç dengesini ayakta tutabilecek yetkinliğe sahip olduğunu da ortaya koymuştur. Nitekim Amerikan hegemonyası, öteki olarak tanımlanan sosyalizm ideolojisi ve Sovyetler Birliği tehdidi karşısında Batı Dünyası’nı korumayı başarmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreçte de Bosna ve Kosova’da yaşanan trajediler karşısında ABD’nin insani müdahale argümanına başvurması uluslararası toplum tarafından meşru olarak görülmüş ve ABD, küresel barışı temin edecek başat aktör olarak yorumlanmıştır.

Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin dağılması ise ABD’ye mutlak küresel liderlik imkânı sunmuş ve Avrasya coğrafyasında hâkimiyet kurmayı “jeopolitik ödül” olarak yorumlayan Washington yönetiminin buna yönelik hamleleri, Amerikan gücünün kötüye kullanıldığı eleştirilerinin yapılmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle de Afganistan ve Irak’taki Amerikan işgalleri esnasında yaşanan insan hakları ihlalleri, ABD’nin küresel düzeydeki hegemonyasının yerini, saldırgan bir tahakküm anlayışına bıraktığı eleştirilerini beraberinde getirmiştir.

Neticede Washington yönetiminin ekonomik anlamda gerek NATO’nun maliyeti ve PESCO tartışmalarında gerekse de Çin’le yaşanan ticaret savaşlarında mutlak hegemon konumunu yitirmeye başladığını görülmektedir. Şüphesiz bu durum, yükselen Çin gerçeğiyle ve Avrasya’da belirginleşen çok kutupluluk arayışlarıyla da yakından ilişkilidir. Yani “Dünya Düzeni” adı altında dünyaya dikte edilen Amerikan düzeni karşısında Asya merkezli yeni bir güç dengesi arayışı ve Çin gibi hem ekonomik anlamda yükselişiyle hem de Konfüçyen değerlere dayalı kültürel yükselişiyle öne çıkan ciddi bir yeni hegemon aktör adayı bulunmaktadır. Bu da Amerikan saldırganlığının tarih içerisindeki benzer tahakküm girişimleri örneklerinde olduğu gibi yeni bir güç dengesi ve hegemonik sistemle sona erebileceğine işaret etmektedir.


[1] Bülent Şener, ‘‘Uluslararası İlişkilerde Hegemonya Olgusu ve ABD Hegemonyasının Siyasal ve Kültürel Kaynağı: ‘‘Amerikan İstisnacılığı’’ Ya Da ‘‘Açık/Kaçınılmaz Yazgı’’, The Journal of Academic Social Science Studies, 26(2), 2014, s.409

[2] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, çev. Ahmet Cemgil, İstanbul 2014, s. 312.

[3] Benedetto Fontana, Hegemonya ve İktidar, Kalkedon Yayınları, çev. Onur Gayretli, İstanbul 2013, s. 272.

[4] John Mearsheimer, “Structural Realism”, Tim Dunne vd., der., International Relations Theories: Discipline and Diversity, Oxford University Press, Oxford 2006, s. 74.

[5] William O. Brown-Richard J. K. Burdekin-Marc D. Weidenmeier, “Volatility in Era of Reduced Uncertainty: Lessons from Pax-Britannica”, Journal of Financial Economics, 79, 2006, s. 694.