“There Will Be Blood” Filminin Çatışmacı Kuram Çerçevesinde Analizi | Almina Yıldız

0
1539

Özet

Bu çalışmada Upton Sinclair’in ‘Oil’ (Petrol) kitabından uyarlama olan, Thomas Paul Anderson’un yönettiği There Will Be Blood (Kan Dökülecek) isimli filmi; Karl Marx’ın Çatışmacı Sosyoloji Kuramı çerçevesinde incelenecektir. Filmdeki karakterlerin, olayların ve anlatılan tarihsel sürecin çatışmacı teorinin görüşleriyle örtüştüğü savunulmaktadır. Bu bağlamda There Will Be Blood isimli filmde çatışmacı teorinin izleri sürülecektir. Kitabın 150 sayfası esas alınmasından dolayı birebir kitabın uyarlaması olmayıp, serbest bir uyarlamadır. Birinci bölümde öncelikle Marx’ın çatışmacı kuramının ana hatları ortaya konulacak, ikinci bölümde There Will Be Blood filminde bulunan çatışmacı öğeler film kaynak alınarak gösterilecek, ardından sonuç kısmında çalışmaya dair en genel tespitler sunulup filmin çatışmacı kuram kapsamında olduğu savunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Burjuvazi, Çatışma, Kapitalizm, Kan ve Petrol.

Giriş

K. Marx’ın görüşlerinin geride kaldığı, üzerine bolca iddianın bulunduğu 21. yüzyılda; Marx’ın görüşlerinin geçerliliğini There Will Be Blood üzerinden savunmak bir yanıyla akıntıya karşı yüzmek olacaktır. Tarihin ve toplumun ilerleyişi bir yanıyla üretici güçlerin gelişimine ve bu gelişen üretici güçlerin eski tarz üretim ilişkileriyle çatışmasına, buradan da devrimci atılım süreçlerinin açığa çıkmasına bağlıdır. Eşitsizlik, sömürü, farklı çıkarları içeren kapitalist bir üretim sistemi toplumu bireye, bireyi topluma, bireyi kendine karşı yabancılaşmaya uğratmaktadır. Fakat bu yabancılaşmanın başlangıç noktası üretici sınıfın, üretim araçlarına ve ürettiklerine olan yabancılaşmasından başlamakta, daha sonrasında çatışmacı kuramın bahsettiği üzere üst yapı olarak tarif ettiği toplumsal yapının her alanına sıçramaktadır.

Sınıflı toplum ve sınıf savaşı teorisine sahip olan Marx; devlet, din, sanat, siyaset, kolluk güçleri vb. tüm yapıları sınıflar mücadelesinin bir yansıması olarak değerlendirmekte, göreli özerk olduklarını ancak en nihayetinde egemen olan sınıfın çıkarlarını sürdürmesi için kullandığı araçlar olarak tarif etmektedir. There Will Be Blood filmi de sınıflı toplum tarihinden bir kesit sunmaktadır. Bu kesit; ABD’de, yeraltı kaynaklarına sahip olma uğraşında olan şirketlerin, yoksul kasaba insanlarının arazilerini yok pahasına satın alma, onları aldatan politikalar ve taktikler izleme öyküsünü anlatmaktadır. Dürüst bir kapitalizm olmadığı gibi burjuvaziye vicdan çağrısı yapmak da nafiledir. There Will Be Blood filmini izleyen seyirci ve bu değerlendirmeleri okuyan okuyucu birinci bölümde ifade edilen teorik çerçeveyi, ikinci bölümde doğrudan filmin içerisinden elde edilen diyaloglar, olaylar örnek alınarak verilen görüşleri bir araya getirdiğinde neden çatışmacı kuramın sosyolojik alanda geçerli ve kolayca çürütülemeyecek bir teorik yaklaşım olduğunu anlayacaktır. Ve elbette bu filmi başkaca teoriler üzerinden değerlendirebilmek mümkün olsa da filmi en iyi açıklayabilme gücüne sahip olan teorinin çatışmacı kuram olduğunu kanısıyla bu perspektif tercih edilmiştir.

1.Çatışmacı Kuram

Toplumsal yapıyı tarihsel ve diyalektik materyalist yöntemle açıklamaya yönelik bir kuram olan çatışmacı teori; merkezine sınıflar mücadelesini, üretim araçlarının sahipliğini ve tüm bunların yarattığı toplumsal tabakalaşmalara dayanan ilişkileri almaktadır. Marx’ın sosyolojisi hem tarihsel-toplumsal değerlendirmeler bakımından hem de teorisinde önemli bir yer tutan proletaryaya yüklediği tarihsel rol bakımından devrimci bir içeriğe sahiptir.

Marx’ın sosyolojisindeki kapitalizmin tahlili önemli yer tutmaktadır. Geliştirdiği çatışmacı kuramda Marx en başından kendisini proletaryanın safında konumlandırdı. Teorisi bir yandan kapitalist toplumsal yapının iktisadi, sosyolojik ve siyasal bakımdan en derin nesnel açıklamasıyken diğer yandan tüm bu açıklamalar ideoloğu olduğu işçi sınıfının devrimci kılavuzu olarak hazırlanmıştı.

Marx sonrası çatışmacı kuramın farklı alt dalları oluşmuş olsa da çalışmanın bu bölümünde Karl Marx’ın görüşleri temelinde, bu görüşlerin ortaya çıkmasına zemin oluşturan tarihsel arka planın oluşturulmasının ardından çatışmacı kurama ilişkin açıklamalar oluşturulacaktır.

1.1 Karl Marx’ın Çatışmacı Kuramını Açığa Çıkaran Tarihsel Zemin

Kapitalist üretim ilişkileri bilindiği üzere iki temel üzerine oturmuştur; bunlardan birincisi İngiltere’deki endüstri devrimi, ikincisi ise 1789 Fransız Devrimi’dir. Bu iki devrim dönemleri itibariyle ilk ortaya çıktıklarında birincisi teknik anlamda insanın doğa güçleri karşısında daha fazla özgürleşmiş üretimini, ikincisi ise üretim araçlarının gelişimine ters düşen feodal düzenin ortadan kaldırılmasını içeriyordu. Mesele elbette sadece bununla sınırlı değildi; burjuva sınıfı, aydınlanma çağı içerisinde pozitif düşünceyi, aklı, insani ilkeleri, eşitlik- özgürlük-adalet gibi idealleri kendisine dayanak yaparak tarihin görülmedik çıkışını yapmış olacaktı. Burjuvazinin, feodal sınıflar karşısında oynadığı tarihsel devrimci rolün; kendisi de ayrıcalıklı bir sınıf olması itibariyle sınırları vardı. Bu sınırlar 1848 devrimlerinde işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinde, 1871 Paris Komününde, burjuvazinin yıkmış olduğu eski feodallere sarılmasında tarihsel bir başlangıç noktasını oluşturmuş, burjuvazinin gericilik çağı başlamıştı.

James Watt’ın 1768 yılında, İngiltere’de buhar makineyi icat etmesi ve bunu üretim araçlarına uygulamasıyla insanlık tarihinde Endüstri 1.0 ismi verilen süreç başlamış oldu. Teknik alanda yaşanan bu gelişme basit bir teknolojik değişimin ötesine geçecekti. İngiltere’de başlayan üretimde buharlı makinelere dayalı dokuma fabrikalarının kullanımı hızlıca Avrupa’ya ve oradan da tüm dünyaya doğru yayılım gösterdi (Aldemir vd., 1999: 15).

Endüstriyel gelişim öncesi üretim lonca teşkilatı etrafında, atölye mekanında, çırak- kalfa-usta ilişkilerini içeren, feodal özellikler taşıyan bir karaktere sahipti. Zanaatkârlığın, yoğun emek-düşük üretim kapasitesinin, 5-10-15 kişiden oluşan atölye mekanının ağır bastığı feodal üretim tarzı; binlerce işçinin çalışacağı kitlesel üretimi esas alan fabrika sistemiyle aşılacaktı. Yeni ortaya çıkan bu üretim sistemi malların seri-hızlı-kitlesel-ucuz üretimini, makine yoğunluklu çalışmayı, aşırı rekabeti, pazar arayışını, uzun çalışma saatlerini, düşük ücreti ve sosyal-sendikal-çalışma haklarından mahrumiyeti içermekteydi (Fındıkçı, 2000: 7).

Kapitalist üretim tarzının ilk sermaye birikim alanını oluşturan fabrikalar; kırsal yaşamı hem mekan olarak hem de hakim sosyal ilişkiler bakımından kısa sürede egemenliği altına aldı. Çırak-kalfa-usta ilişkileri ücretli emek ve işçileşme lehine dağıldı, nitelikli iş gücü sahibi ustalar kendilerine ait iş yerlerini kapatarak fabrikalarda iş bulabildikleri ölçüde sermayenin nitelikli emek gücü olarak egemenliğine girdiler.

Boşta kalan insan sayısının artmasıyla iş gücünün ucuzladığı ve istihdam olanaklarının daraldığı ölçüde işsizler ordusu; iş bulma umuduyla gidilen kentlerin çeperinde yoğunlaştı. Öyle ki sanayinin ilk ortaya çıkışıyla insanlar işçi pazarlarında sadece gündelik ihtiyaçlarını, karnını doyurmayı karşılamak için çalışır bir haldeydi. Çalışan nüfusun kentlerde toplanması, fabrika-mahalle arasında mekik dokuması işçi mahallelerini, işçi kültürünü ve elbette sınıfsal mücadeleyi açığa çıkardı.

Kitleler halinde üretim insanlık tarihi için henüz yeni bir durumdu. Fabrikaların sahibi patron sınıf; emeğin verimli kullanımından ziyade 13-14 saate varan emeğin yoğun kullanımına odaklı bir mantıkla süreci yönetiyorlardı. İşsiz sayısı çoktu, işe uygunluk, nitelik vb. kriterler işe alımda pek uygulama dahilinde değildi. Bu durum üretimde verimliliği sağlamadığı gibi üretici güçlerin de aşırı tahrip edilmesi, yıpratılması ve sosyal yaşamda toplumsal dejenerasyonu, iş yaşamında ise iş barışının bozulmasını getiriyordu.

Çalışma saatlerinin uzunluğu genel olarak işçilerin problemi olsa da; kısaltılması yönünde işçi sınıfının elde edeceği ilk haklar çocukların çalışma saatlerinin düşürülmesiyle gerçekleşti.

Çocuk ve kadın işçiliği dönem içerisinde patronlar için en ucuz emek deposuydu. Üstelik çocuklar madenlerde en kuytu köşelere girebiliyor, fabrika bacalarının temizlenmesinde iyi iş çıkarıyorlardı (Fındıkçı, 2000: 7).

Fabrikada çalışanlar insanlar olduğuna göre sosyal haklardan yoksun, iş sağlığı ve işçi güvenliğinden azade ağır çalışma koşulları bir yerde patlak verecekti ki öyle de oldu. İşçiler; henüz sendikaların ortaya çıkmadığı fakat sendikaların oluşumuna zemin oluşturacak ilk yasa- dışı örgütlenmeleri olan dayanışma sandıkları, dernekler kurmaya başladılar. Bu kurumlar aracılığıyla patronların ağır çalışma koşullarını dayatmasına karşı ücretler, çalışma saatleri, sosyal haklar, çalışma koşulları gibi başlıklardan hareketle bir dizi eylem, grev, kitle gösterileri barışçıl ve şiddet içerikli olmak üzere geliştirdiler (Bingöl, 1998: 10).

1848 Avrupa Devrimleri, 1871 Paris Komünü gibi devasa işçi hareketleri; hem siyasal otoriteyi hem de üretime araçlarına sahip olan patronları endişelendiren gelişmeler arasında olmuştur. Kimi ülkelerde devlet; patronlar ile işçilerin arasına girerek işçilerin lehine bir takım hakların tanınması noktasında yasal adımlar atmış, sosyal devlet, sosyal hukuk ve sosyal politikalar gibi alanlar gelişmiştir. 20. yüzyıla doğru ilerlerken işçiler yasadışı ve dernek tarzında örgütlenmelerden iş yeri merkezli, yasal sendikalar kurmaya, grev hakları elde etmeye başlamıştır (Bingöl, 1998: 10).

Karl Marx, 19. Yüzyılda (1818-1883) kapitalizmin anavatanı olan Avrupa’da yaşamış, toplumsal çatışma teorisini Fransız Burjuva Devrimi sonrası gelişen özel mülkiyet sisteminin yeni türevi olan burjuva sistem üzerine oturtmuştur. Avrupa uzun bir süre Orta Çağ’ı yaşadığı dönemde belirleyici olan üretim biçimi toprak egemenliğine dayanan feodal sistemdi. Fakat tarihsel gelişmenin yönü tüccar sınıfın egemen bir sınıf olarak siyasal iktidarı almaya uzanacak daha organize bir sınıflaşmaya yani burjuvazi olmaya doğru evirileceği yola merkantilist dönemde girmeye başlamıştı. Marx’ın teorisinde çatışma, yalnızca ideolojik-politik öncülüğünü üstlendiği işçi sınıfı ile burjuvazi arasında değildir. Henüz yeni getirdiği üretim biçimiyle işçi sınıfını sanayide açığa çıkaran burjuvazi yakın zamanda feodal sınıflarla çatışma içinden çıkmıştır.

Uzun yıllar felsefenin içerisinde kendine yer bulan, bilim düzeyinde sistematik olmasa da toplumsal görüşleri ortaya koyan bir dizi tartışmalar yürütülmüştür. Bir bilim olarak sosyolojinin ortaya çıkışı da kaynağını; endüstri devrimi sonrası kurulan burjuva toplumundan almaktadır.

1.2. Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi

Marx’ın görüşüne göre; toplum, birbirine zıt ve uzlaşması mümkün olmayan farklı çıkarla sahip sınıflardan oluşmaktadır. Bu bakışı açısıyla; toplumsal tabakalaşma ve gruplaşmaların uyum yarattığını, toplumun en genel çıkarları için faydalı olduğunu savunan işlevselci teori ile temelden karşıt pozisyonda durmaktadır. Çıkarların zıtlığı, toplumsal yapıda uyumun aksine kimi zaman açık genel seyrinde ise örtük olarak toplumsal çatışmalar yaratmaktadır. Bu durum yalnızca modern burjuva toplumuna özgü bir çatışma olmayıp; tarihin ilk özel mülkiyetli toplumu olan ve köle emeğine dayanan köleci toplumdan, toprak egemenliğine dayanan Orta Çağ feodalizmine kadar uzanan bir tarihsel arka plana sahiptir. Endüstriyel üretimle karakterize olan kapitalist topluma özgü proletarya ve burjuva sınıfın çatışması ise esasında daha önceki sınıflı ve çatışmalı toplum mirasının modern düzeyde devralınmasıdır.

Dünyanın ilk komünist örgütü olan Komünistlerin Birliği örgütünün yazmakla görevlendirdiği Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu’nda bu bakış açısı berrak bir şekilde ifade edilmiştir:

“Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman örtük, kimi zaman açık bir savaş, herkesin de ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşmesiyle ya da savaşan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” (Marx ve Engels, 2009:7).

Komünist Manifesto’dan da anlaşılacağı üzere; Marx sosyolojisinin tarih ve toplum kavrayışındaki temel tezi “sınıf savaşımları” şeklindedir. Onun sosyolojisindeki tüm derinleşmeler bu temel tezin haklılığını ve geçerliliğini ortaya koyabilme üzerine inşa edilmiştir.

Üstelik bu sınıf savaşımı kesintisiz özelliğiyle tarihsel bir sürekliliğe, ezme-ezilme ilişkisiyle farklı çıkarlara dayanan toplumsal tabakalara, ihtimal dahilinde olan dönüştürücü gücüyle devrimci bir içeriğe sahiptir. İçinde yaşadığı ve bugün bizim de hâlen yaşamakta olduğumuz kapitalist toplumu değerlendirdiğinde Marx’ın vardığı temel sonuç; bu toplumun da öncekilerden temelde farksız olarak sınıf farklarını ve çatışmalarını koruma yönünde olduğudur. Ancak yine de Marx, kapitalist toplumun diğer özel mülkiyetli toplum tiplerinden ayırıcı özelliklerini de ortaya koymaktan geri durmamıştır.

Kapitalizme geçişle; daha önceki karmaşık sınıflar denklemi, bir tarafta üretim araçlarının sahibi olan burjuvalar ile diğer tarafta emeğini belirli bir ücret karşılığı satmak zorunda olan proletarya arasında sadeleşmiştir. Sınıfların sadeleşmesi Marx’ın önemle üzerinde durduğu ve burjuva toplumda sınıf çelişkilerinin azalmak şöyle dursun daha da sivrileceğini, mesleki ayrıcalıkların ortadan kalkarak toplum nüfusunun hemen hepsinin sermayenin hizmetinde ücretli emeğe tabii kılınacağını ifade etmiştir. Toplumsal köklü değişimlerin; gelişmekte olan bir sınıfın, diğer sınıfın iktidarını ortadan kaldırma şeklinde geliştiğini savunan Marx; kapitalist toplumda burjuva sınıfını ortadan kaldırabilecek yegâne sınıfın ise tarihsel mantık açısından proletaryadan başka bir sınıf olamayacağını ileri sürmüştür. Diğer yandan kapitalist üretim tarzının üretici güçleri olağan üstü geliştireceğini, kendisinden önce ütopik tasarımlar olarak kalan komünizmin bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin eliyle nesnel zemininin döşendiğini öne sürmüştür.

Komünizm bizzat, kapitalist toplumun içerisinden çıkacak olan bir toplumsal sistem olduğu için; Marx araştırmalarını kapitalist sistemi çok yönlü bir şekilde incelemeye ayırmıştır. Kapitalist üretim tarzı bir yandan olağanüstü bolluk yaratırken diğer yandan da teknolojik devrimlerle insanın bilimsel dünya görüşünü, iletişim, ulaşım vb. olanaklarını güçlendirmiştir.

Üretim ilişkilerini esas alan Marx’ın teorisi ekonomik bir temele dayanmaktadır. Fakat onun ekonomik açıklamaları burjuva iktisatçılarının mevcut düzeni koruyan ekonomistliğinden farklıdır. Ki Marx, sınıfların varlığından yalnızca kendisinin bahsetmediğini veya sınıfları kendisinin icat etmediğini, inkâr edilmesi güç olan bu gerçeğin burjuva iktisatçılar tarafından da dile getirildiğini söylemektedir. Devamında ise onun sınıflar mücadelesine tarihsel katkısının; bu gerçeğin proletarya sınıfına dayanarak gerçekleşecek toplumsal bir devrimle ortadan kaldırılması zorunluluğunu ortaya koymak olduğunu ifade etmektedir.

1.3. Maddeci Tarih ve Toplum Anlayışı

Erken dönem sosyologlar gibi Marx da tıpkı doğanın yasaları olduğu gibi toplumsal yaşamın ve tarihin ilerlemesinin de açıklanabilir yasaları olduğunu savunmuştur (Gordon, 2015:356). Tarihten günümüze her insan topluluğu; gereksinimleri doğrultusunda organize olmakta, üretim ilişkileri doğrultusunda hareket halindedir. İnsanı doğadan ve hayvanlar dünyasından ayırarak toplumsal bir form olmaya doğru götüren temel eylem; bedensel ve zihinsel emektir (Turner, 2010:152).

Kendisi de biyolojik bir madde olan insan (ve onun fonksiyonu olan soyut\somut emeği) ile doğal maddi dünya arasındaki ilişkiler; insanın tarihini ve toplumunu yaratmaktadır.

“Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkiler bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir”(Marx ve Engels, 1992:7).

Bir yandan maddi nesnel koşullar insanın sınırlarını, üretim biçimini, bilincini şekillendirirken diğer yandan insan da maddi doğal ve toplumsal gerçeklik üzerinde dönüştürücü etkiye sahiptir.

Emeğin üretici bir rol üstlenmesiyle insan tarihinin ve toplumunun; tıpkı doğada bulunan diyalektik yasalarda olduğu gibi hareket halinde olduğu ileri sürülmektedir.

“Tarih, her biri materyaller, sermaye birikimleri, tüm önceki kuşaklar tarafından miras bırakılan üretici güçleri kullanan ve bu yüzden, bir yanda, geleneksel etkinliği tamamen değişik koşullarda sürdüren ve öte yandan, eski koşulların yerine tamamen değişik bir etkinliği geçiren farklı kuşakların birbirini izlemesinden başka bir şey değildir.” (Marx ve Engels, 2008: 126).

Bunun yanı sıra Marx; tarihin ve toplumun efsaneler, kahramanlar, soyut insan doğası, düşünceler savaşı, dinsel ve her türden idealist öğretilerle açıklanmasının da tam karşısında bir bakış açısına sahiptir. Antik Yunan’ın ilk maddeci filozoflarından Aydınlanma Dönemi’nin burjuva materyalist filozoflarına kadar uzanan materyalist felsefeyi eleştirel zeminde sahiplenip onu aşan Marx için tarih; gerçek insan ilişkileri ve faaliyetleri içerisinde, maddeci bir zeminde açıklanmalıdır. Bunun için de tarihsel materyalist yöntemi; gerçek olanı anlamak için topluma ve tarihe uygulamak gerekmektedir.

“(…) var olan her ne ise tamamıyla madde olduğunu ya da en azından maddi olana bağlı bulunduğunu ileri sürer (Materyalizm daha genel biçimiyle bütün gerçekliğin temelde madde olduğu: daha özel biçimiyle de insan gerçekliğinin madde olduğunu ileri sürer” (Bottomore, 1991:406)

Bütün toplumlar; gereksinimlerini sistematik olarak karşılamak üzere üretim etkinliğini organize etmek zorundadır. Üretim, biyolojik bir tür olarak insan toplumlarının yaşamda kalmasını sağlayan ve diğer sosyolojik aktivitelerin açığa çıkabilmesi için maddi dayanak oluşturan birincil ön koşuldur. Fakat Marx, üretime basit bir toplumsal etkinlik olmaktan ziyade; üretimin yapılma koşullarının aynı zamanda o toplumun hangi temellere dayandığını, siyasal-dinsel-kültürel ve hukuksal bakımdan ne tür ilişkileri açığa çıkardığını da anlamak için ele alınması gereken olgu olarak görmektedir. Üretimin bir diğer özelliği ise; bir toplumdan diğerine doğru geçişi anlamadaki yeridir.

Marx’a göre; üretici güçler ile üretim ilişkileri tarihin belirli dönemlerinde doygunluğa ulaşır ve insanın üretkenliği diyalektik olarak sürekli gelişim içerisinde olduğu için çatışma bir bütün olarak yeni sistemin açığa çıkmasını şart koşar.

İlkel komünal toplum; insanın doğa güçleriyle henüz baş edebilme, doğa hakkında bilgi sahibi olma düzeyinin bulunmadığı, üretim araçlarının gelişmediği, özel mülkiyetin ortaya çıkmadığı, sınıf farklarının ve sınıf çatışmasının oluşmadığı evredir. Bu evrede insanlar toplum, uygarlık oluşturacak bir aşamada olamayıp daha çok topluluklar, klanlar halinde ve mağaralarda yaşamakta olup; beslenme ihtiyacını ise avcı-toplayıcı faaliyetlerle sağlamaktadır. Avlanan ve toplanan tüm ürünler o topluluğun tüm üyelerinin ortak malı yasası doğrultusunda paylaşılmaktadır. İlkel vurgusu üretim araçlarının olmayışına, komünal vurgusu ürünlerin o topluluk tarafından eşit ve adil bir şekilde paylaşılmasına dairdir (Barreau ve Bigot, 2008: 24- 26).

Marx’ın komünist toplum tezi de; esasında ilkel komünal toplumun içinden çıkmıştır. Ona göre insanlığın varacağı en ileri toplumsal yapı olan komünist toplum; kendinin ifadesiyle bilimsel, toplumsal ve üretim araçlarının herkese yetecek ürünler üretebildiği, çalışmanın kendini gerçekleştiren bireysel eyleme dönüştüğü evredir. Bu açıdan ilkel komünal toplum ile komünist toplum onun için eşitlik bağlamında komünallik vurgusu bakımından aynı öze sahiptir. Ancak üretim araçlarının gelişmemesi ilkel komünal toplumun sürekli olarak avcı- toplayıcı faaliyetle geçimini sağlamak zorunda bırakması, ürünlerin yeterliliği bakımından topluluk üyelerinin yaşamını riske eden bir noktada durması onu ilkel yapmaktadır.

Marx, tarihi ilerlemeci bir şekilde açıklarken; üretim araçlarının dolayısıyla insan emeğinin verimliliğinin, üretkenliğinin, üretim araçlarının gelişimini esas almaktadır. Neolitik Dönem ile birlikte insanın yerleşik yaşama geçtiği, tarımsal ve hayvancılık faaliyetleriyle artık- ürün elde edebildiği evre; her ne kadar sınıflı toplumu dolayısıyla sınıf farklılıklarını, bir grup insanların tüm toplumu kendi hesabına çalıştırma ve zenginleşme imkanlarını ortaya çıkarsa da onun genel tarih bakışı içerisinde ilkel komünal topluma göre ilerlemeyi temsil etmektedir (Göze, 2007: 5-6).

Marx’ın teorisinin izi sürüldüğünde; onun yalnızca burjuvazi ve proletarya arasında bir çatışmadan bahsetmediği; bu iki sınıfın güncel sınıflar mücadelesinde çatışan iki ayrı sınıf olduğu, tüm tarihi ve toplumu çatışmacı zeminde açıkladığı açıktır. İlkel komünal toplumdan tarihin ilk sınıflı ve özel mülkiyetli topluma geçişi; tarımsal ürünlerden elde edilen artık ürünün ne olacağı üzerine çatışmayla başlamıştır.

Bilgiyi, dinsel gücü ve siyasal yönetimi elde tutan toplumsal kesimler daha organize bir güce ulaşarak egemen sınıf haline gelmişler; artık ürünleri bir yanıyla zor örgütlenmesiyle diğer yanıyla da ‘toplumsal sözleşmeler’ aracılığıyla kendi hesaplarına geçirebilecekleri düzeni oluşturmuşlardır. Üretim araçlarının sahipliğinden dışlanan fakat üretici olan güçler ise yönetilen, sömürülen ve gerektiğinde toplumsal sözleşmenin tarafsız görünen aygıtı olan devlet tarafından ezilen sınıfları oluşturmuştur.

Kölelerin, serflerin, köylülerin ve işçilerin ayaklanmalarında devlet aygıtı her daim bu sınıfları bastırmakla ve mevcut düzenin bekasını korumakla meşgul olmuştur.

Marx’ın Engels ile yazmış oldukları Alman İdeolojisi isimli eser; sosyolojik kuramları olan tarihsel materyalist yöntemin en sistematik şekilde ifade edildiği yapıttır. Toplumsal yapıları içinden geçtikleri tarihsel süreçlere ayıran Marx; ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist toplum ve son olarak ise tarihin zorunlu olarak ulaşması gereken komünist toplum şeklinde ifade etmektedir. Bu tarihsel ayrımların açıklanmasında mülkiyet ilişkileri, üretim araçlarının sahipliği ve üretim biçimi esas alınmaktadır. Marx’a göre bu temel noktalara dayanılarak tarihsel veya güncel toplum açıklanabilir. Daha da öteye geçen Marx, henüz mevcut olmayan fakat tarihsel anlam yüklediği sosyal sınıfın yani proletaryanın devrimci eylemleriyle; sınıfsız toplum olan komünist topluma doğru ilerleneceğini düşünmektedir. Kendisini ütopik sosyalistlerden ayırıp bilimsel komünizm teorisini geliştirirken; kapitalizmin nesnel yasalarını ve tarihin genel olarak işleyişinin mantığını temel alarak komünizmin bir tasarım olmadığını ifade etmiştir.

“Yaşamı belirleyen bilinç değil; tersine bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci durumda, sanki canlı bir bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır. Gerçek yaşama tekabül eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o bireyin bilinci olarak bakılır.’” (Marx ve Engels, 2002:67).

1.4. Alt Yapı – Üst Yapı İlişkileri

Marx’ın teorisinde birbiriyle diyalektik olarak ilişkili alt ve üst yapı olmak üzere iki yapı öğesi bulunmaktadır. Alt yapı; üretim araçları, üretici güçler ve üretim ilişkileridir. Bu bileşenler bir toplumda üretim olgusunun açığa çıkabilmesini sağlayan önkoşulları oluşturmakla birlikte o toplumun ekonomik işleyişini ve değerlerini meydana getirir.

Altyapının üst yapıyı belirlemesi Marx açısından oldukça önemlidir. Böyle bir yapısal ayrım oluşturması onun tarihsel materyalist yönteminden kaynaklıdır. Ekonomisi, üretimi olmayan bir toplum olamayacağına göre ve toplumun en genel gündelik ihtiyaçları üretim faaliyetiyle, bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik ilişkilerle karşılandığına göre alt yapı ekonomik temelde ve üretim faaliyetiyle açıklanabilir. Gereksinimler bazında üretimin olmadığı koşullarda haliyle toplumun diğer sosyal etkinlikleri de ortaya çıkamaz. Öncelikle yeme, içme, barınma gibi gereksinimlerin karşılanmasını sağlayan bir üretim örgütlenmesi gerekir (Marx, 2021: 540).

Marx bu noktada; alt yapı öğesi olan üretim etkinliğinin; din, ahlak, sanat, felsefe, siyaset, devlet, hukuk, kültür vb. bileşenlere sahip üst yapıyı doğrudan belirlediğini öne sürmektedir. Fakat üst yapı basit bir belirlenen konumda değildir, üst yapı da görece özerk bir konuma sahip olup alt yapıya kısmen etki edebilme gücüne sahiptir. Ancak yapısal ayrımda ekonomik niteliği olan altyapı her zaman daha önemli bir dereceye sahiptir (Giddens, 2010:56).

Toplumsal kurumlar, entelektüel birikim, sosyal ilişkiler alt yapının ekonomik karakterinin yansımalarıdır. Altyapının üretim ilişkisinin hangi temellere dayandığı o toplumun hangi sosyal çerçeveye sahip olduğunu vermektedir. Marx, toplumları tarihsel süreçleri içerisinde birbirinden ayırırken altyapı öğesine başvurur. Köleci toplum belirlemesi; köle emeğine dayanan üretim ilişkilerinin, feodal toplum serf ve köylü emeğine tarımsal üretime dayanan üretim ilişkilerinin, kapitalizm ise proleter emeğe dayanan endüstriyel üretimin sonucu olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda altyapı o toplumun üretim güçlerinin düzeyini de ortaya koymak için incelenmeyi hak eder.

Köleci üretimde insanın alınıp satılması doğal bir ilişkidir, toplumsal ahlak, devlet hukuku açısından da meşru kabul edilir; günümüzde ise insanın insanı köle olarak alıp satması hem hukuksal hem de ahlaken reddedilen bir durumdur. Fakat tarihten geri doğru gidip köleci toplumda yaşıyor olsaydık muhtemelen bu ilişkileri normal karşılardık bugün ise reddeder pozisyondayız.

Marx, bu durumu değişen üretim ilişkilerinin toplumsal üst yapıda da insan ile insanın arasındaki ilişkileri, toplumların hukukunu, inanç ve felsefi duruşlarını da değiştirdiğini öne sürerek açıklamaktadır. Bir başka açıdan altyapı meselesi; komünist topluma geçişte de belirleyicidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin altyapı olarak kaldığı bir toplumda; sınıflar, burjuva sınıfının iktidarı dolayısıyla eşitsizlik, sömürü, çatışma gibi olgular sürgit devam edecektir. Kapitalist altyapı ortadan kaldırılmadan (ki bunun için Marx işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması ve komünist bir partinin öncülüğünden bahseder) üzerine komünist değerleri inşa edebilecek bir zemin oluşturulamaz.

Ütopik sosyalistlerle Marx’ın temel tartışması da bu yönde gelişmiştir. Marx, kapitalist altyapının doğası gereği sınıf farklarını koruyacağını, sömürü olgusunu işleteceğini, bencilce duyguları, toplumsal çöküntü ve yozlaşmayı yaygınlaştıracağını ifade ederken; ütopikler soyut kavramlarla (iyilik, güzellik, vicdan, kardeşlik vb.) burjuva sınıfına seslenerek onları ikna ederek bu meseleyi çözeceklerini düşünüyorlardı.

Bir başka noktada ise sömürüye dayanan kapitalist altyapının ortadan kaldırılması şiddet içerikli bir devrimi gerektirirken; ütopikler barışçıl, iknaya dayalı ve aşamalı reformcu yöntemlerle devrime ihtiyaç olmadan da sorunun çözülebileceğini kabul ediyorlardı.

1.5. Emek-Sermaye Çelişkisi

Kapitalist üretim tarzı; üretim tesislerinde emeğini satarak çalışacak milyonlarca insanın varlığına ihtiyaç duyar. Endüstri 1.0’dan günümüz Endüstri 4.0’ına ulaşan kapitalist sistemin değişmeyen kurallarının başından ücretli emeğe sermayenin duyduğu ihtiyaç gelmektedir. Üretim araçlarının sahipliğinden uzaklaştırılan toplumun geniş kesimi beden veya zihinsel emeğini satmak zorundadır. Sermaye kendi başına meta üretemez, meta ancak üretim araçlarını kullanabilecek emek gücüyle bir değer yaratabilir. Emeğin sahibi olan sınıflar ile sermayenin sahibi olan sınıflar arasında Marx’a göre zorunlu, kısmen örtüşür gibi görünen çıkar birliği varmış yanılsaması oluşsa da stratejik bakından uzlaşmaz bir çelişki bulunmaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfını çalıştırmayı esasında üretimin bir maliyet unsuru olarak görmekte; gerektiğinde düşük ücret, güvencesiz çalışma, kriz anlarında işten atma vs. gibi uygulamalarla emek maliyetlerini düşürme çabasındadır. Bunun tam karşısında ise çalışan sınıf çalışma koşulları, maaşlar, bir takım sendikal ve sosyal haklar talebine her dönem sahip olmuştur. Marx, bu denkleme baktığında; burjuvazinin üretim araçlarının sahipliğiyle giderek işçi sınıfını yoksullaştırdığı, yoksullaşan işçi sınıfının ise giderek bu sistemde kaybedecek bir şeyinin olmadığını kavrayabileceğini görür (Marx ve Engels, 2011:155).

Üretim anındaki emek ile sermayenin çelişkisi yüzeyde olan görünümüdür. Ancak esas çelişki emeğin sahibi olan, her şeyi üreten sınıfın üretim araçlarının sahibi olamaması dolayısıyla ömür boyu yoksul kalması ile hiçbir şey üretmediği hâlde sadece sermayenin sahibi olduğu için üretimden en büyük payı burjuva sınıfının alması arasındadır. Bu çelişki toplumsal boyutta ise nüfusun büyük bir bölümü açlık, sefalet, yoksulluk, işsizlik içinde ve sosyal hayatının olmaması, adeta robot gibi çalıştırılması iken; toplumun çok küçük ayrıcalıklı kesiminin her şeyin en iyisine, en fazlasına sahip olması şeklindedir.

1.6. Meta Fetişizmi

İnsanın kendi geçim ihtiyaçlarını karşılamak için ürettiği, salt kullanım değerini içeren ürünlerden farklı olan meta; alıcısı-satıcısı, bir pazar, piyasa ürünü olmasıyla değişim nesnesidir. Temel geçim nesnelerinin metalaşması, meta haline dönüşmesi kapitalizmle birlikte belirgin bir toplumsal özellik kazansa da esasında özel mülkiyetin ilk toplumsal biçimi olan ve köle emeğine dayanan köleci toplumdan beri mevcuttur. Kapitalizm, özel mülkiyet sisteminin son ve evrensel halkası olarak özel mülkiyet sistemine ait olan mevcut tarihsel birikimi, zenginliğin ölçütü ile karakterize olan metada belirgin kılmıştır. Öyleyse meta, emeğin ürettiği ürünün kullanım değeriyle birlikte değişim değerini de içeren ticari nesneye dönüştüğü bir süreci ifade etmektedir.

Kapitalizmin metalaştırma düzeyi, en başından beri emeğin de belirli bir ücret üzerinden tarif edilmesine, proletaryanın yaşamda kalma koşullarının emeğini satması koşuluna bağımlı kılınmasına varmıştır. Haliyle işçinin emeği de kapitalist sistem içerisinde kullanım değeri üreten bir emek olmakla birlikte pazara sunulacak bir metadır. Metaları üreten, metalaşmış emektir. Sınıflar ilişkisinin kapitalizmle sadeleşmesi, meta üretiminin temel değer haline gelmesiyle; işçinin meta olarak, belirli bir ücret karşılığında burjuva sınıfın oluşturduğu pazara sunabileceği, emeğinden başka bir şey olmadığı ve bunun ücretli bir kölelik anlamına geldiği bugün de farklı üretim alanlarına yayılarak devam ettiği görülmektedir. Marx bu durumda proletarya için ‘’zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan’’ sınıf olarak tarif etmiştir.

Çünkü üretici güçlerin emeğinin metalaşması; emeğin yalnızca meta üretimi olarak ve kendisinin de bir meta olarak sermaye tarafından boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir.

Kapitalist sistemde metalar; toplumsal bir emeğin (her ne kadar işçi sınıfı bu toplumsallığın farkında olmasa, kendiliğinden bir sınıf olduğu koşullarda kalsa dahi) sonucu olarak ortaya çıkar. Sanayi Devrimi’nden günümüze uzanan süreçte burjuvazinin kurmuş olduğu sistem; farklı üretici güçlerin ortak bir amacı gerçekleştirmek için bir araya getirildiği süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu bir araya geliş; toplumsal ihtiyaçların salt kullanım değeri doğrultusunda yeniden üretimi üzerine değil burjuvazinin kâr dürtüsünün yeniden üretimi ereğiyle gerçekleştirilir.

Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların muazzam zenginliği bir meta yığını olarak görülür. Meta şu ya da bu şekilde insan ihtiyacını gideren dışsal bir şeydir. Metaların yararlılığı onu kullanım değeri haline getirir.

Kullanım değeri kendini ya kullanımla ya da tüketimle gerçekleştirir. Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda kullanım değeri aynı zamanda mübadele değerinin maddi taşıyıcısıdır. Mübadele değeri ilk bakışta bir nicel ilişki, bir türdeki kullanım değerinin bir başka türdeki kullanım değeriyle mübadele oranı, zamana ve yere göre sürekli değişen bir ilişki gibi görünür. Fakat bir metanın birden fazla mübadele değeri vardır. Örneğin bir metre keten bezi bir cekete eşit olabilir, bir metre keten bezi aynı zamanda iki pantolona eşit olabilir o halde bir cekette iki pantolona eşit olabilir. Tüm bunlar birbirlerinin yerini alabilecek eşit büyüklükte mübadele değerine sahip olmak zorundadır.

Mübadele biçimi ancak kendisinden ayırt edilebilecek bir içeriğin ifade tarzı, yani görünüm biçimi olabilir. Metaların mübadele değerlerinin de şu ya da bu miktarının temsil ettikleri ortak bir şeye indirgenmesi gerekir. Meta cisminin kullanım değeri bir kenara bırakılırsa geriye yalnızca bir tek özelliği emek ürünü olmaları kalır. Her metanın içerisinde donmuş ya da harcanmış emek vardır. Bu insan emeği her metanın içerisinde ortak olan toplumsal bir değerdir. Metaların mübadeleyle ilişkisinde veya mübadele değerlerinde kendini gösteren, bu ortak değerdir. Bu değerin büyüklüğü; emeğin miktarı ile emeğin niceliği-süresiyle ölçülür. Emek-zamanın ölçeği de gün, saat gibi belli zaman dilimleridir. Bu ölçek zaman içerisindeki koşullara göre değişkenlik gösterebilir.

Yani bir metanın üretimi için gerekli olan emek-zaman değişken olarak kabul edilir. Buna neden olan en temel faktör; emeğin üretkenliğidir. Bir şey değer olmadan da kullanım değeri olabilir. Şeyin insana sağladığı yarar; emek harcaması gerektirmiyorsa böyle bir şey söz konusudur.

Marx buna örnek olarak hava, el değmemiş topraklar ve doğada kendi kendine yetişen ağacı gösterir. Bir şey meta olmadan da yararlı ve insan emeğinin ürünü olabilir. Ürünü ile kendi ihtiyacını karşılamış bir kimse kullanım değeri yaratmış fakat meta yaratmamış olur. Meta üretmiş olmak için o kişinin yalnızca kullanım değeri değil başkaları için bir kullanım değeri yani toplumsal bir kullanım değeri üretmesi gerekir. Meta olabilmek için bir ürünün kullanım değeri olarak hizmet edebileceği başkasına mübadele yoluyla aktarılması zorunludur.

Metanın fetiş bir karakter kazanması; yabancılaşma, tüketim çılgınlığı gibi dolaylı bakımdan bu olguları içerse de bunlara indirgenemez. Marx’ın meta fetişizmi ile tarif etmeye çalıştığı, bu kavramsallaştırmanın merkezine oturttuğu meta dolaşımının toplumsal ilişkilerin belirleyici gücüne ulaşmasıdır. Basit üretimde meta, aşırı karmaşık olmayan daha sade bir görünüme sahiptir.

Kapitalizmde ise meta üretimi tüm toplumsal ilişkilerin belirleyici gücüne ulaşması, fiyat, kâr, ücret, piyasa, mübadele vb. bileşenleriyle karmaşık fakat üreticiler bakımından bile kanıksanmış bir görünüm kazanmasından dolayı fetiş ve gizemli bir karakter kazanmıştır. Meta üretiminin yaygın bir hâle gelmesiyle; metanın değeri, metanın özünde bulunan bir değermiş gibi görünür. Meta ilişkileri toplumsal ilişkilerin üretimi haline dönüştüğü için; insan ilişkileri de metaların arkasına gizlenmiş ilişkilere dönüşür. Emeğin üretiminin bir sonucu olan meta, üreticinin üzerinde tanrılaşır, biz nesnelere sahip olduğumuzu düşünürken esasında metaların dolaşımının gerçekleştiği piyasa ilişkilerinin nesnesi halini alırız.

Metaların kendinde olmayan değerini yaratan kapitalist üretim ilişkileridir, kullanım değerinin dışında değer oluşturan ve bunu üretici güçlerin de nesnel gerçeklik olarak algılamasını sağlatan yine onun üretim ilişkileridir. Metanın özünde bulunmayan fakat toplumsal ilişkilerin sonucunda metanın kazandığı anlam; onun özü olarak nesnel bir gerçeklik şeklinde algılanır.

Piyasa ilişkilerinin öne çıkmasıyla, metalar dünyası dışsallaşır, üreticisinden bağımsızlaşır ve üreticisinin üzerinden bir güce dönüşür. Marx bu konuda din metaforunu kullanarak insanın tanrıyı yaratması ve kendi üretimi olmasına rağmen kendi üzerinde egemenlik biçimine dönüştürmesi üzerinden metanın tanrılaşmasına vurgu yapar.

Metanın belirleyici bir güç haline dönüşmesi, insan ilişkilerini de metalaştırır, soğuk çıkar ilişkilerine çevirir. Komünist Manifesto’da ailenin kutsallığının ortadan kaldırılışı üzerinden bu durum berrak bir şekilde ifade edilmektedir.

Emek ürünlerinin kullanım değerini esas alan bir içerikle, toplumun ihtiyaçları üzerinden üretildiği bir sistemde yaşamadığımız açıktır. Metaların üretim amacı eğer sermayenin çıkarları doğrultusunda organize ediliyorsa ve bu metalar sermayenin hakimiyetinin bir görünümüyse; o halde meta üretiminin gerçekleştirildiği üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf düşünsel gücü de elinde bulundurmaktadır. Metanın fetiş bir karakter kazanması başlı başına insanlar üzerindeki ideolojik bir gücün ifadesidir.

Proletarya, kendisinin ürettiği şey karşısında yabancılaşma yaşamasıyla birlikte, metanın efendileşmesini normal görür bu normallik algısını burjuva topluma, kendisini temsil etmeyen burjuva devlete, burjuva siyasi partilere kadar genişletir. Burjuva toplumun normal olmayan varlığı, meta üretiminin karmaşık yapısının gerçek olarak kavranmasıyla başlamaktadır. Marx’ın alt-yapı ve üst yapı arasındaki diyalektik ilişkiye yaptığı vurgu hiç de ekonomik-determinist bir indirgemecilik değildir.

Aksine kapitalist toplumda ideolojiler; üretim ilişkilerinin doğrusal bir yansımasıdır. Bu ideolojilerin temsil ettikleri sınıflar mevcuttur, siyasal arenada farklı renklere, içeriklere bürünseler de öz olarak meta üretiminin kapitalist biçiminin sürdürülmesi üzerine bir programa sahiptir. Bunun dışında ve tam karşısında duran hareketler ise bilindiği üzere Marksistler, Anarşistler ve anti-kapitalist özgürlükçü akımlardır.

Burjuvazi elinde bulundurduğu sınıfsal güç ve gündelik yeniden üretimiyle kitlelerin bilinçlerini belirleme gücüne sahip olsa da; kapitalizmin nesnel yasası olan ekonomik krizler onun normal gösterdiği üretim ilişkilerinin tıkanmasına yol açan ayak bağları olarak karşısına çıkar. Bu süreçler; insanların kapitalizmi güçlü, yer yer kitle eylemlerine dönüşerek sorguladığı, burjuva hükümetleri istifaya zorladığı, geri kapitalist ülkelerde orduyu darbe yapmak zorunda bıraktığı pratik bilinç içerisinde aydınlanma anlarıdır.

Meta her ne kadar gizemli bir varlık olarak fetiş karakteri kazansa da; üretici sınıfın içerisinde bulunan sınıf güdüsünü en basitinden grevlerde, hakları için yaptıkları yürüyüşlerde görmek mümkündür. Haliyle hem işçilerin haklarını savunmak anlamında hem de siyasal olarak kendisini temsil etmeyen burjuva sınıfın sözcülerine verdikleri oyların boşa gittiğini kavrama noktalarına ulaştıkları dönemlerin olması bakımından burjuva ideolojisi yapay bir etiket olup ve bilinç öncesi dönemde etkilidir.

Sınıf mücadelesinin kızgınlaştığı dönemlerde ki kapitalizmde bu kaçınılmazdır çünkü emek-sermaye çelişkisi başta ekonomi olmak üzere her alanda çatışmalı bir toplumsal yapı yaratır, haliyle devrimci ideolojilere de açık bir denklemin olduğunu söyleyebiliriz.

Metaların piyasa sisteminde kullanım ve değişim değerini birlikte taşıması başlı başına bir iç çelişki oluşturur. Metaların kullanım değeri ile mübadele değerleri arasındaki çelişki; kapitalizmin anarşik üretim biçiminden ve serbest piyasa düzeninden kaynağını alır. Meta, kapitalist toplumda mübadele değerini esas alarak üretilse de toplumun metalarla kurduğu en temel ilişki kullanım değeri üzerinden gelişmektedir.

Emek ile sermayenin çelişki yaşadığı kapitalist ilişkilerde; üreticiler, ürettiklerine üretim anında yabancılaştıkları gibi onları kullanım değerinden hareketle satın alma konusunda aldıkları ücretler ile pazardaki ürünün fiyatı arasında çelişki yaşanır. En nihayetinde bir pazar ekonomisi olan kapitalizm; üretilen metaların satılmasını beklemektedir, kullanım değerini esas alan tüketici (aynı zamanda üretici) ise değişim değerini karşılayan bir ücrete sahip olmadığında kriz oluşur. Kapitalizmin devresel olarak yaşadığı krizler; pazardaki ürün fazlalığı sürecinde meydana gelir.

Ürünlerin ise pazarda fazlalaşması, onun satın alınması koşulları ile ilgilidir. Burjuvazi aynı anda hem üretici olarak düşük ücret politikası izlerken hem de tükettirmek istediği üreticiye fahiş bir fiyatla ürünleri satmaya kalkışır. Ürünlerin elde kalması ile ücretlerin düşüklüğü ya borçlandırma yoluyla ya da ürünlerin israf edilmesiyle sonuçlanır. Bir başka nokta ise üretimin mantığının da tartışılmaya açılmasıdır.

Kapitalizm üretilen tüm ürünleri toplumun genel, ortak zenginliği gibi sunar özellikle burjuva iktisatçılar üretimin gelişmesi, toplumsal kalkınma, ekonominin büyümesi bağlamında bunu sürekli işlerler fakat bunun böyle olmadığı metaların emekçiler tarafından satın alınma sorununda kendini gösterir. Toplumsal üretimin sonucu olan ürünler, onu üreten araçlarla birlikte özel bir mülkiyet halinde olduğu için bölüşümde en büyük payı bir avuç zengin alırken üreticiler bunun çok küçük bir miktarına erişebilirler. Üretimin toplumsallığı ile ürünün bölüşümü, üretim araçlarının özel mülkiyeti birbiriyle kaçınılmaz olarak çelişki yaşar.

1.7. Yabancılaşma

Yabancılaşma olgusunu Feuerbach’tan alan Marx, bu kavramı maddi temellere oturtarak yaşamın en temel öğesi olan üretimin içerisine yerleştirmektedir. Üretim ilişkilerinde, üretici güçlerin (ezilen sınıfın, proletaryanın vs.) ürettikleriyle-üretim araçlarıyla olan yabancılığı yani başkasının hesabına çalışma durumu onların kendilerine, yaşama, doğaya karşı yabancılaşmasının kök hücresini vermektedir.

Sınıf çatışmasını, ücretli emeği ve artık değer üretimini içeren kapitalist üretim ilişkileri Marx’a göre tüm yabancılaşma biçimlerinin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda yabancılaşmanın dört yolunu diğer deyişle dört boyutunu; çalışmaya, üretilene, sınıfına ve insani değerlere yabancılaşma şeklinde ifade edebiliriz.

Çalışmaya Yabancılaşma: Üretim; en genel tanımıyla toplumsal gereksinimlerin sağlanması yönünde gerçekleştirilen faaliyetlerdir. Her toplum, içinde  bulunduğu mevcut maddi koşullardan hareketle ve üretim araçlarının düzeyine göre belirli bir üretim tarzına sahiptir. Kapitalist üretim ilişkilerinde işçiler; tekdüze belirli bir iş koluna sıkıştırılarak kendilerini tekrar etmeye zorlanırlar. Bir maden, inşaat, sanayi işçisinin ömrünü madenlerde, inşaatlarda, sanayide çalışarak geçirmesi ve hiçbir zaman başkaca çalışma alanlarıyla özgürce, para kazanma baskısını hissetmeden ilişkilenememesi örnek olarak verilebilir. Böylelikle çalışma edimi, bireyin kendini gerçekleştirmesi, özgür üreticilerin kolektif emek birliği (ki bu komünizmle hedeflenendir) olmayıp burjuva sınıfın ihtiyaçlarına karşılık düşen işlerin yerine getirilmesi haline dönüşür. Böylesi bir çalışma şeklinde; hayatta kalmak için çalışmak geçerlidir.

Üretilene Yabancılaşma: Üretici sınıfın, kendi kol ve kafa emeğiyle ürettiği, kendi emeği olan ürünlere yabancılaşmasıdır. Örneğin yüksek lüks binalar diken inşaat işçilerinin kendilerinin çalışmaların sonucunda o bina ortaya çıkmış olsa da emek-sermaye çelişkisinden dolayı işçiler kendi ürünlerinden ziyade aldıkları ücrete odaklanırlar ve ürünleri meta olduğu için ürünün sahibi olmaktan dışlanırlar ve bunu kanıksarlar. Yine bir başka örnek; kakao işçilerinin hayatlarında bir kez olsun kakaonun tadına bakamamış olması ifade edilebilir.

Sınıfına Yabancılaşma: Üretim, üretici sınıfın bireylerinin kolektif olarak ortaya koymuş olduğu emek faaliyetiyken; tekil düzeyde sınıf bilincine sahip olmayan işçiler yalnızca kendi varlıklarını üretimde esas alırlar. Bir sınıf olarak, sınıf bilinci ile davranmak yerine kişisel çıkarlarına odaklanmış bir işçi kendi ile aynı koşullarda yaşayan ve çalışan diğer işçiler ile dayanışma kurmak yerine rekabete girişir.

Üretimin parçalara bölünmesi; dayanışma gücünü de zayıflatır. Örneğin; bir işçinin grev kırıcılığı yapması, patrona ispiyonlama, patron yandaşlığı vb. ifade edilebilir.

İnsani Değerlere Yabancılaşma: Hayatta kalma koşullarının emeğini satma ile özdeş olduğu koşullarda; işçilerin odaklandığı temel nokta, gece gündüz çalıştıkları işleridir. Uzun çalışma saatleri, işsizlik gerçeği, bedensel ve zihinsel yıpranma, işçiler arası rekabet vb. koşullarda çalışan işçiler; en temel insani değerlere dahi sırtını dönmek, kendi bireysel çıkarlarını düşünmek zorunda bırakılır. Örneğin; toplumsal bir sorun olan açlık ve sefalet, cins eşitsizliği, ekolojik kriz vb. konularda bireysel olarak bir bilinç, tavır ve davranış üretemezler.

Yabancılaşma kavramı sanayi proletaryasına ilişkin olarak Marx tarafından ilk kez ortaya konulsa da; onun ifade ettiği bu kavram emek-sermaye ilişkisinde günümüz beyaz yakalı çalışanlar için de geçerlidir. Yabancılaşmayı ilk başta üretim araçlarının gelişimi üzerinden okuyabiliriz. Çağdaş iş deneyiminin temelini aşırı robotlaşma, yapay zeka kullanımı, otomasyon gibi öğeler oluşturmaktadır. Bu bir yandan işsizlik yaratırken diğer yandan üretimde yoğun dijitalleşmeyle beraber beyaz yakalı çalışanları daha fazla makinenin parçası haline getirmektedir. Üretilen hizmet de bir meta olduğu için; maddi olmayan emek ve onun ürünleri (gerçekleştirilen hizmet) üzerinden yabancılaşma; yani ürettiğine yabancılaşma açığa çıkmaktadır.

Post-fordist dönemde çalışan beyaz yakalılar; üretimin atomize hale getirilmesi, esnek çalışma, denetleme koşullarının dakikalarla ölçülmesi, sendikalaşma, sınıf bilinci, toplumsal mücadele birikimi konusunda mavi yakalılara oranla dezavantajlı konumdadırlar. Yabancılaşmanın dört yolundan en önemlisi olarak görebileceğimiz sınıfına karşı yabancılaşma; beyaz yakalıların hem çalışma koşulları hem de kimlik politikalarının ağırlık kazanmasından kaynaklı olarak yoğun olarak görülmektedir.

Servet birikimi ile sefaletin, gelişen teknoloji ile çalışma saatlerinin, kolektif üretim ile özel mülk edinmenin çelişmesi ve bunun sonuçlarını anlamak için hizmet sektörünün ve beyaz yakalıların üretimde öne çıktığı 21. Yüzyılda da yabancılaşma kavramına başvurmak durumundayız. Üretim ilişkilerinin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükseldiği koşullarda yabancılaşma öz olarak kalmaya; farklı biçimlerde ve yeni bileşenleriyle farklılaşmaya devam etmektedir.

2. Çatışmacı Kuram Çerçevesinde ‘There Will Be Blood’ Filminin Değerlendirmesi

Çatışmacı kuramın genel çerçevesinin sunulduğu birinci bölümdeki anlatıya dayanılarak bu bölümde There Will Be Blood isimli film değerlendirilecektir. Yöntem olarak öncelikle filmin konusu, karakterlerin tanıtımı, olayların kronolojik sıralaması verilmiş ardından filmin içinde bulunan çatışmacı kurama dair öğeler parçalara ayrılarak sunulmuştur.

2.1. Filmin Konusu

Ana karakter Daniel Plainwiew, bir maden işçisidir. 1800’lü yılların en değerli madenleri arasında olan gümüş ve altın aramaktadır. Bunun için Amerika’nın tuzlu sularla dolu, kurak iklime sahip kayalıklarla dolu çöllerinde kuyular kazmaktadır. Fakat gümüş ve altın kadar değerli olan yeni bir enerji kaynağının şafağındayız. 1800’lü yılların sonu; değerli maden arayışından; içinden geçtiğimiz yüzyılda da hâlen önem arz eden petrol enerji kaynaklarına doğru geçişin başlangıç evresidir. Haliyle bu durum bir petrol piyasası ve şirketlerin üzerinde rekabet edeceği enerjiye dayalı pazar ve meta alanı yaratmıştır.

Filmde de bu tarih Daniel’in petrol zengini olma süreçlerini anlatan 1898, 1902, 1911 ve 1927 yılları içerisinde verilmektedir. Petrol kaynağının, henüz ABD içi kendi ulusal sınırları içerisinde önem arz ettiği erken dönem petrol olarak ifade edebiliriz bu evreyi. Daha sonrasında devletler düzeyinde sermaye güçleri, Irak gibi Ortadoğu ülkelerinde ‘demokrasi getirme’ çabalarıyla gündeme gelecekti.

Daniel, kazı yaptığı bir kuyuda petrol olduğunu fark eder ve petrole tek başına ulaşamayacağı için güvendiği arkadaşlarıyla birlikte kazım işlemine devam eder. Kuyudan petrol çıkarma işlemi başarılı olur. Maden işçiliğinden petrol şirketi sahipliğine doğru adım adım yükselen Daniel, petrol olma ihtimalini yüksek bulduğu çevredeki kasabalara evlatlık edindiği H.W Plainwiew ile ulaşır. Artık o bir işçi olmaktan çıkmış, sınıf atlayıp petrol arayan şirket sahibi bir patron olmuştur. Ana karakter Daniel’in ve diğer karakterlerin yollarının kesişeceği, petrol bulma, büyüme hırsının derinleşeceği kırılma anı Sunday Çiftliği’nin Daniel tarafından satın alınmasıyla başlayacaktır. Devamında ise Daniel’in rakiplerinin önüne geçerek yükselen bir petrol imparatorluğu ve bu görkemli zenginliğin arka planında yatan çıkar ilişkileri, finalde de maddi zenginliği elinde tutsa da hırslarıyla kendi kendini tüketmiş, filmin isminde de geçtiği üzere döküleceği söylenen kanın defalarca bizzat onun tarafından akıtıldığı bir Daniel resmedilmektedir.

Daniel’in maden işçiliğinden petrol şirketi kurma gücüne erişeceği, tekelleşme arzusuyla çevre kasabalarda sondaj kuyuları kuracağı, rakipleriyle rekabete edeceği ve güç zehirlenmesi yaşayacağı süreçler; herkesin zengin olabileceği iddiası üzerine kurulu bir Amerikan rüyasının gerçekleşmesidir.

2.2. Ana Hatlarıyla Karakterler

•           Daniel Plainwiew: Başlangıçta bir maden işçisidir. Hırslı çalışması onu işçilikten patronluğa yükseltir. Petrol şirketi sahibi olduğu dönemde de rekabetçi hırslarla bölgede çalışma yapan petrol şirketlerinin önüne geçer. Hırs, kibir, şüphe, kurnazlık, rekabet, fırsatçılık onun dünyasının tek gerçeğidir. Amaçları doğrultusunda her yolu mubah gördüğü gibi hiçbir duygusal ilişkiye de (eş, çocuk, kardeş vs.) hayatında yer vermez.

•           Eli Sunday: Daniel karakterinin dinsel renkli ikizidir. Para, ayrıcalık, statü kazanmayı ve hırslarını din ile elde etme amacındadır. Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin ve cemaatinin lideri olması kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirebileceği bir alan sunar. Kasaba kilisesi liderliğinden ülke çapında faaliyet yürütebilen bir misyonere dönüşür. Kariyerinin gelişimi Daniel karakteriyle çatışmalı olarak gelişir.

•           H.W Plainwiew: Daniel’in kazısında ölen madenci arkadaşının çocuğudur. Bebek yaşta Daniel onu evlatlık edinmiştir. Bebeklik ve çocukluk dönemi Daniel’le geçmiştir. Baba- oğul ilişkisiyle birlikte, Daniel’in sembolik ortağıdır.

•           Paul Sunday: Ailesine ait olan Sunday Çiftliği’nde petrol olduğu bilgisini para karşılığında Daniel’le paylaşan karakterdir. Aynı zamanda Eli Sunday’ın ikiz kardeşidir.

•           Abel Sunday: Sunday Çiftliği’nin sahibi, Sunday ailesinin babasıdır. Daniel’e çiftliğini satacaktır.

•           Mary Sunday: Sunday ailesinin en küçük kız çocuğudur. Daniel’in oğlu H.W. ile çocukluk arkadaşıdır, H.W ile evlenecektir.

•           Henry Plainwiew: Daniel’in ilk başlarda ikna olduğu sonrasında ise şüphelenip üzerine giderek gerçeği itiraf ettireceği ve nihayetinde öldüreceği sahte kardeşidir.

•           William Bandy: Devletin ekip biçmek şartıyla 2.400 dönüm arazi verdiği, torunuyla yaşayan, Üçüncü Vahiy Kilisesi’ne üye yaşlı dindar bir adamdır.

2.3. Çatışmacı Kurama Dair Öğeler

There Will Be Blood filminde çatışmacı kuram çerçevesinde değerlendirebileceğimiz öğeler şunlardır: Filmde izi sürülebilir olan öğeler; sınıf çatışması ve sınıfsal çıkarlar, üretim ilişkileri, üretici güçler ve araçları, rekabet, tekelleşme, özel mülkiyet, kutsal aile, para şeklindedir.

İncelememizi; Öğe 1: Sınıf Çatışması ve Sınıfsal Çıkarlar, Öğe 2: Rekabet ve Tekelleşme ağırlıklı olarak gerçekleştireceğiz. Diğer öğeleri de bağlamda sunmaya çalışacağız.

Öğe 1: Sınıf Çatışması ve Sınıfsal Çıkarlar

Daniel işçilikten patronluğa doğru sınıf atlayan, burjuvaziyi temsil eden bir karakterdir. Elde ettiği güç ve önünde bulunan fırsatları değerlendirme çabasındadır. Toprağın altına ve üstüne; kâr ve daha fazlasını elde edebilme hırsıyla yaklaşmaktadır. Sınıfsal çıkarları ve hırsları arka planda işlerken; o, bunu toplumun fark etmeyeceği yollarla yapmak zorundadır.

Daniel, petrol zenginliğinin ilk dönemleri olan 1911 yılında kapalı bir mekana topladığı kasaba halkına konuşma yapar. Arazilerinde sondaj yapmak istediği köylüleri kendisinin gerçek bir petrolcü olduğuna, aynı tekliflerle gelen diğer girişimcilerin petrolcü olmadığına, kendisinin petrol çıkarmada tecrübeli, çalışma anlayışında disiplinli, çalışanlarının güvenilir, üretim araçlarına aracısız sahip olduğuna, büyük bir fırsatın ayaklarına geldiğine ikna etmeye çalışır. Hitabeti etkili olan Daniel’in konuşmaları kasaba halkı arasında tartışma yaratır.

Bayanlar ve baylar bu gece burada olabilmek için eyaletin yarıdan fazlasını aştım. Daha önce gelemedim çünkü Coyote Hills’deki yeni petrol kuyum faaliyete geçti ve onunla ilgilenmem gerekiyordu. O kuyunun kapasitesi 2.000 varil ve bana haftada 5.000 dolar getiriyor. Sondajı süren 2 ve Antelope’ta da üretime geçmiş 16 kuyum var. Kısaca bayanlar, baylar hak vereceksiniz ki ben bir petrolcüyüm. Şimdi elinize büyük bir fırsat geçmiş durumda ama dikkatli olmazsınız bu fırsatı tümüyle kaçıracağınızı unutmayın” (14 dk. 33. sn. – 15 dk. 08 sn.)

“Ben bir aile babasıyım, aile şirketi yönetiyorum. Bu benim oğlum ve ortağım H.W. Plainwiew. Biz size çok az petrolcünün verebileceği bir şeyi, aile olmanın gücünü sunuyoruz” (16 dk. 05 sn. – 16 dk. 13 sn.)

Sunday Çiftliği’ni ve çevresindeki arazileri satın alıp sondaj kulesinin açılışında yaptığı konuşma:

“Ben bir petrolcüyüm bayanlar, baylar. Eyalet genelinde sayısız iş yapıyorum. Her gün binlerce varil petrol çıkan birçok kuyum var. Bu nedenle bir petrolcü olduğumu belirttiğimde abartmış olmam. Bizimkisi daha çok bir aile şirketi. (…) Harika oğlum H.W ile omuz omuza çalışırım. (…) Adamlarımı da beraberinde ailelerini getirmeleri için desteklerim. Şüphesiz bu onlar için çok daha tatminkar bir yaşam sağlıyor. Aile, çocuklar; çocuklar da eğitim demektir. Nerede kamp yaparsak yapalım eğitim gereklidir ve biz bu konuyla memnuniyetle ilgileniriz. Ne duruyoruz Little Boston’da güzel bir okul yapalım. Bu çocuklar uğruna çaba sarf ettiğimiz geleceğimizdir ve bu yüzden her şeyin en iyisine sahip olmalılar. (…) Haydi ekmekten bahsedelim. Bana göre bu muhteşem ülkemizde herhangi bir erkek, kadın ya da çocuğun bir somun ekmeğe lüks gözüyle bakmak zorunda kalması iğrenç bir durumdur. Burada su kuyusu açacağız ve su kuyusu demek sulama demektir. Sulamanın karşılığı da tarımdır. Eskiden elde edilemeyen mahsulleri yetiştireceğiz. Nereye koyacağınızı bilemeyeceğiniz kadar çok tahılınız olacak ve o başaklardan ekmek fışkıracak… Yeni yollar, ziraat, istihdam, eğitim size sunabileceğimiz imkanların sadece birkaçı. (…) burada petrol bulursak ki ben bulma ihtimalimizi çok yüksek görüyorum, bu topluluk hayatını idame etmekle kalmayıp refaha da kavuşacaktır.” (41 dk. 24 sn. – 43 dk. 44. sn)

Daniel, arazilerini satın almak istediği kasaba halkına yönelik yaptığı konuşmaların ana temasında sürekli olarak toplumun genel çıkarlarına seslenmektedir. Kendisini de bu çıkarları sağlayabilecek, ihtiyaçlara cevap üretebilecek, sorunları çözebilecek biricik özne konumuna yerleştirmektedir. Daniel satın almak istediği arazilerin kayalıklarla dolu verimsiz topraklara, tuzlu sulara sahip olmasından dolayı tarım için elverişsiz olduğunun ve bundan dolayı da halkın geçim kaynağının hayvancılık yapmakla sınırlı düzeyde kaldığının farkındadır. Satın alma politikasını usta bir burjuva siyasetçi edasıyla bunun üzerinden kurmakta; onlara ihtiyaç duyduğu şeyler üzerinden seslenmektedir. Bunların başında sulama, ekmek, tarım ürünleri yetiştirebilecek toprak, yol, istihdam gelmektedir. Bu işin ekonomik ve bayındırlık boyutudur. İkna yönteminde maddi çıkarlara seslenirken buna ek olarak sosyal bir olguyla aile ve çocuk maneviyatıyla politikasını bütünleştirir.

Şirketinin bir aile şirketi olduğunun özellikle altını çizer, H.W’yi yanında gezdirerek aile babası modelini işler, aile ilişkilerini önemsediğini göstermek için çalışanlarının aileleriyle birlikte kalabileceği kamplar inşa ettiğinden bahseder. Devam eder; aile bağlarının en önemli parçası olan çocukları kullanır. Ebeveynlerin, çocuklarının geleceğiyle ilgili olduğunu bildiği için iletişim stratejisini; çocukların geleceği ile kendisinin bölgeye yapacağı okul aracılığıyla eğitim ihtiyacı üzerine kurar. Kısaca Daniel, günümüzde de devam etmekte olan saadet zinciri oluşturma, marka imajı yaratma, sosyal sorumluluk projeleriyle arazileri satın alabilme konusunda ikna edici bir çerçeve çizer. Kullandığı dil, kendine duyduğu özgüven, hitabet özellikleri de tipik popülist burjuva siyasetçilerini andırmaktadır.

Esasında petrolün çıkarılmadığı koşullarda yoksul ve üretim araçlarından yoksun olduğu için bölgesini geliştiremeyen kasaba halkı; arazilerini Daniel’e satsa dahi Daniel’in bahsettiği gibi bir refaha ve bolluğa kavuşmayacaktır. Çünkü Daniel’in amacı bölge halkını refaha kavuşturmaktan ziyade kendi sınıfsal çıkarlarının üzerini örtmek ve kendi çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunmaktan öte başka bir anlama gelmemektedir. Daniel gerçek olan arazileri satın alırken, arazi sahiplerine yalnızca hayal satmaktadır. Arazileri ucuza satın almakta, hayalleri ise bedavaya dağıtmaktadır.

Tam da bu noktada Daniel’in temsil ettiği burjuva sınıf çıkarlarıyla, üretim araçlarından yoksun ve iktisadi olarak iş bölümünü derinleştirememiş yoksul köylülerin çıkarlarının çatışması ve çelişmesi söz konusudur. Daniel milyonlarca doları kazanabileceği fırsatların peşindedir. Bu çelişki ve çatışma; kutsal aile bağları, görece kısmi çıkarlara seslenen yanıltıcı politik söylemle ve elbette ilerleyen kısımlarda daha da açacağımız şekilde dinle örtülür.

Muhatap olduğu kitle dindar ve aile konusunda ise muhafazakâr bir konumdadır. Maden ocağında arkadaşının çocuğu yanına aldığında Daniel’in aklından geçen tek şey; aile babası figürünü evlatlık edindiği H.W üzerinden gerçekleştirebilmektir. Ve bunu birçok sahnede başarıyla yerine getirebildiğini görmekteyiz. Bekarlık sapkınlığa, günahkarlığa açık, evli veya dul bir çocuk babası olmak ise kutsal bir pozisyondur. H.W. Plainwiew, bu durumda onun kutsal aile figüründe bir parçadan öte bir anlama gelmemektedir.

Resim 1: Kutsal Aile (16 dk. 05 sn.)
Resim 1: Kutsal Aile (16 dk. 05 sn.)
Resim 2: Kutsal Aile (16 dk. 13 sn.)
Resim 2: Kutsal Aile (16 dk. 13 sn.)

Bankside ailesinin arazisini satın almaya gittiğinde kadın Daniel’e eşinin nerede olduğunu sorduğunda da yine evlatlık oğlu H.W’yi gerçek oğluymuş gibi dramatik bir hikayenin parçası yapar.

Resim 3: Kutsal Aile (18 dk. 58. sn.)
Resim 3: Kutsal Aile (18 dk. 58. sn.)
Resim 4: Kutsal Aile (18 dk. 59 sn.)
Resim 4: Kutsal Aile (18 dk. 59 sn.)

Daniel, Sunday Çiftliğini satın almak için gittiğinde ise bu sefer oğlunu başka bir dramatik hikaye içerisinde tanıtır. Çiftliği keşif amacıyla önce bıldırcın avlamak ve kamp kurmak için ziyaret ettiğini söyler ve keşif sırasında Paul Sunday’in arazinde petrol olduğu bilgisinin gerçek olduğu görünce; Sunday ailesine gerçeği söylemeyip bıldırcın avlamak üzere satın almak istediğini söyleyecektir. Bu hikayeyi gerçek gösterebilmek için oğlunun hasta olduğunu, temiz hava alması gerektiği yalanına başvuracaktır.

Resim 5: Kutsal Aile (33 dk. 14 sn. – 33 dk. 35 sn.)
Resim 5: Kutsal Aile (33 dk. 14 sn. – 33 dk. 35 sn.)

Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere H. W. Plainwiew her zaman; Daniel’in satın alma politikasının, gerçek niyetlerinin üzerini örten bir araç konumundadır. Ki bu durumun farkında olan bir başka petrol şirketi sahipleri bir sahnede bunu açıkça seyirciye sunar.

Resim 6: Kutsal Aile (38 dk. 49 sn.)
Resim 6: Kutsal Aile (38 dk. 49 sn.)

Sondaj kulesi açılışında da kuleye bir çocuğun adını verir (Mary I) bu da yine kendi oğlu dışında başka çocukları da kullandığını göstermektedir.

Resim 7: Kutsal Aile (48 dk. 53 sn. – 49 dk. 04 sn.)
Resim 7: Kutsal Aile (48 dk. 53 sn. – 49 dk. 04 sn.)

Öğe 2: Rekabet ve Tekelleşme

Rekabet kapitalizmin doğasında olan bir öğedir. Kâr hırsı, rakiplerinin önüne geçme uğraşı ve petrol sektöründe tekelleşme arzusu Daniel’de temsil edilmektedir. Sahada Daniel’in şirketi dışında çalışma yapan Standard Petrol ve Birleşik Petrol’ün isimlerini duymaktayız. Bu şirketler Daniel’in kurduğu şirketten çok önce kurulmuş ve Daniel’le ortak pazarı paylaşmaktadır. Onların da hedefinde tıpkı Daniel’de olduğu gibi arazileri satın almak, sondaj çalışması yapmak bulunmaktadır. Birinci öğemizde çıkar çatışması\çelişmesi Daniel ile yoksul kasabalılar arasındayken; ikinci öğemizde çelişme\çatışma Daniel’in kuralsız bir şekilde rekabet etmek zorunda olduğu Standard Petrol ve Birleşik Petrol gibi şirketlerledir.

Rekabet unsurunun ilk izleri 1911 yılında kasaba halkına seslenirken kendi şirketiyle diğerleri arasında farklar ortaya koyarken görülmektedir. Daniel şirketinin taşeron olmadığı, gerekli üretim araçlarına sahip olduğunu, işini en iyi şekilde yaptığını ifade ederek kendi reklamını ve diğer şirketler karşısında üstün yanını ortaya koymaktadır.

Filmde olaylar örgüsünü derinleştirecek olan Paul Sunday’in, ailesine ait Sunday Çiftliği’nde petrol olduğunu aktarırken; Standard Petrol’ün çevrede arazi satın aldığını ifade etmesi, Daniel’in bu arazileri haritada görmek istemesi ve elini çabuk tutup keşif için bölgeye gitmesi rekabet unsurunu ifade eden iyi bir örnektir. Sunday Çiftliği’ni satın almakla işlerini sınırlamayan Daniel, bölge ile ilgilenen emlakçıdan haritayı açıp çevredeki araziler hakkında bilgi sahibi olarak teker teker almaya başladığında da rekabetle birlikte tekelleşme eğilimini açığa çıkmaktadır. Daniel’in emlakçıya “Bu civardaki her yer satın alınabilir mi?” (36 dk. 33 sn.) sorusu yalnızca sondaj kuyusu açmakla ilgili değildir aynı zamanda çıkacak olan petrolün taşınması problemini de arazilerden geçecek petrol boru hatlarıyla çözebilme niyetindedir. Böylece Standard Petrol’ün sahibi olduğu demiryollarına tonlarca para ödemekten kendini kurtarmış olacak, nakliye masrafını azaltacaktır.

Daniel’in rekabetine ve tekelleşme arzusuna, H.W.’nin sağır olmasıyla birlikte Standard Petrol’ün tüm şirketi satın alma teklifiyle cevap gelmektedir. Rekabetle alt edemediği Daniel’in şirketini yutma yöntemiyle tekelleşme hamlesidir. Daniel’i anlaşmaya çağıran Standard Petrol, Daniel’in tüm hakları için 1 milyon dolar teklif edecektir.

“Çıkardığın petrolü nerede depolayacaksın? Boru hattı mı döşeyeceksin? Birleşik Petrolle mi anlaşacaksın? Hiç durma. Ancak işleri gerektiği gibi toparlayamazsan tek
sahip olacağın, ayağının altına ne yapacağını bilemediğin bir petrol deryası olur. Neden bize devretmiyorsun? Seni zengin ederiz. Oğlunla zaman geçirirsin. Büyük bir keşif yaptın şimdi bırak da sana yardımcı olalım.” (1 saat 31 dk.)

Daniel bu teklifi sert bir şekilde reddedecektir. Petrol şirketini satmayı bir yandan kendini aşağılamak olarak algılarken diğer yandan bu şirket onun için her şeydir. Standard Petrol yöneticisine, şirketini sattıktan sonra “Peki ben ne yapacağım?” (1 saat 32 dk.) sorusunu yöneltir. Sunday Çiftliği’nin satın almaya karar verdiğinde Birleşik Petrol ile boru hattı konusunda anlaşmayı öncesinde planladığı için “Neler yapabileceğimi göreceksiniz.” (1 saat 34 dk.) der.

Daniel, insanlarla kurduğu ilişkinin rekabet ve soğuk çıkarlar üzerine kurulu olduğunu, esas meselesinin para kazanmak olduğunu kendi ağzından itiraf eder. “İçimdeki yarışmacı kişilik, benden başkasının başarılı olmasını kabul edemiyor.” (1 saat 25 dk.). “İnsanların çoğundan nefret ederim. (…) Zaman zaman insanlara bakıyorum sevilecek bir taraflarını göremiyorum. Yeterli parayı kazanayım ve insanlarla bir işim kalmasın istiyorum.” (1 saat 26 dk.). Yeterli parayı kazandıktan sonra finalde gerçekten de hiçbir insanla işi kalmaz, kendisini bir görkemli bir malikaneye kapatır. Finale doğru oğlu H.W’nin eşi Mary Sunday ile Meksika’ya taşınma orada kendi petrol şirketini kurma fikri karşısında da aynı rekabetçi kişilikle saldırgan bir şekilde cevap verir.

Resim 8: Rekabet ( 2 saat 11 dk. 21 sn.)
Resim 8: Rekabet ( 2 saat 11 dk. 21 sn.)

H. W.’nin “Rakibim olma babam olarak kal” ısrarı, Daniel’in duygusuz sert duvarından bir gerçeğin açığa çıkmasıyla son bulur. Yıllarca babası zannettiği Daniel’in öz oğlu olmadığını “Sen bir piçten bile değersizsin. Kanımı taşımıyorsun, sadece sepetten çıkan bir piçsin.” (2 saat 14 dk. 43 sn.) aşağılayıcı sözlerle öğrenir.

Resim 9: Rekabet (2 Saat 13 dk. 53 sn.)
Resim 9: Rekabet (2 Saat 13 dk. 53 sn.)
Resim 10: Rekabet (2 saat 13 dk. 58 sn.)
Resim 10: Rekabet (2 saat 13 dk. 58 sn.)
Resim 11: Rekabet (2 saat 15 dk. 08 sn.)
Resim 11: Rekabet (2 saat 15 dk. 08 sn.)

Birinci öğe başlığı altında ifade edilen kutsal aile, baba figürü; soğuk çıkar ilişkilerinin açığa vurulmasıyla H. W. Plainwiew açısından burada son bulur.

Rekabet öğesinin çatışmalı bir başka boyutu ise Daniel ile Eli arasındadır. Daniel’in petrol şirketi sahibi bir patron olarak burjuva sınıfını temsil ettiğini ifade etmiştik; Sunday Çiftliği’nin satılmasında önemli rol oynayan Paul Sunday’in ikiz kardeşi Eli Sunday ise dinsel otorite olma peşinde bir isimdir. Eli Sunday, içinde yaşadığı kasaba toplumunun muhafazakâr, aile yapısına bağlı ve efsaneye olan inancı yüksek bir düzeyde olduğunun bilincindedir. Daniel bölgede petrol arama çalışmalarına başlarken, Eli de kendi cemaatiyle birlikte Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin propagandasını yaparak dinsel otorite sağlama peşindedir. Her ikisi de esasında toplum karşısında kendi kişisel çıkarlarını gizleme uğraşındadır.

Eli Sunday ile Daniel Plainwiew arasındaki rekabet Orta Çağ feodalizminin kilisesi ile dinsel otoriteyi sınıfsal iktidarına ayak bağı olarak gören burjuvazi arasındaki rekabetin ve çatışmanın temsilidir. Film boyunca da bu rekabet/çatışma tarafların birbirinden rövanş aldığı, sonunda burjuvaziyi temsil eden Daniel’in, kiliseyi temsil eden Eli’yi öldürerek ortadan kaldırdığı bir finalle nihayete erer.

Filmin önemli bir kısmını kaplayan bu ikilinin ilişkilerini parçalara ayırarak devam edersek; Eli ile Daniel’in ilk karşı karşıya gelişi Sunday Çiftliği’ni Daniel tarafından satın alma girişiminde görülür. Masa etrafında toplanan baba Abel Sunday ile Daniel pazarlık yapma aşamasındadır. Abel Sunday, çiftliğine fiyat biçemez oğlu olan Eli direkt olarak “Dönümü 1.5 dolar’” (33 dk. 54 sn.) diyerek söze girer. Arazide petrol olduğunu bilen Eli, “10.000 dolar, kilisem için” (35 dk. 04 sn.) der. Esasında kilise inşa etme fikrinin arka planında kendi kişisel çıkarı bulunmaktadır. Daniel, hem kişilik itibariyle hem de temsil ettiği sınıfsal çıkarlar açısından Eli ile ilk karşılaşmasında kasaba halkını otoritesini kazanma noktasında rakibiyle tanışmış olur.

Sondaj kulesinin açılışından bir önceki sahnede Daniel halka nutuk çeker ve “sorusu olan var mı” diye ekler. Kalabalıktan Eli, kendi çıkarlarının ne olacağı anlamına gelen “Yeni yol kiliseye de uzanacak mı?” diye bir soru sorar. Sondaj kulesinin açılışında kuleyi kutsayacağını, Daniel’in kendisini övücü bir takdimle tanıtmasını isteyecektir. Daniel bu çıkışlardan oldukça rahatsızdır fakat henüz çatışmanın açığa çıkacağı evreye girilmemiştir. Bir süre Daniel, Eli’nin bu çıkışlarını not etmekle sınırlı bir duruş gösterir. Bu çıkışa ilk cevabını; sondaj kulesinin açılışında Eli’nin istediği gibi takdim etme ve kutsaması sözünü verirken o sözü tutmayıp boşa düşürerek vermiş olur.

Resim 12: Rekabet (46 dk. 55 sn.)
Resim 12: Rekabet (46 dk. 55 sn.)
Resim 13: Rekabet (47 dk. 14. sn.)
Resim 13: Rekabet (47 dk. 14. sn.)

Daniel, Eli’nin kuleyi kutsamasını engelleyerek yalnızca rekabete cevap vermekle sınırlı kalmayıp kendisi bir dizi dualar ederek din olgusunu eline alma girişiminde bulunmuştur. Sondaj kulesinin açılışında Daniel, Eli’nin kutsama ayrıcalığını elinden almıştır. Dinin, burjuvazinin eline geçmesinin sembolüdür. Böylelikle din; dinsel otorite peşinde olan Eli ile şirket çıkarlarını korumak isteyen esasında inanç sahibi olmayan Daniel arasında bir çatışma ve rekabet alanı olarak görünmektedir. Kutsal aileden sonra Daniel’in toplumsal yapı üzerinde ikinci aracı din olacaktır. Birçok sahnede Daniel, dini arkasına almak için gerekirse rekabet halinde olduğu Eli’den yardım istemek dahil olmak üzere gerçek çıkarlarını gizlemenin ve ona ulaşmanın yolu olarak kullanmaktan geri durmaz.

Sondaj kulesinin açılışında kuleyi kutsama ve propaganda fırsatı engellenen Eli’nin lideri olduğu Üçüncü Vahiy Kilisesi cemaati üzerinde etkili olduğunu ve otoritesini yayma eğiliminde olduğunu görmekteyiz.

Resim 14: Rekabet (48 dk. 53 sn.)
Resim 14: Rekabet (48 dk. 53 sn.)
Resim 15: Rekabet (49 dk. 04 sn.)
Resim 15: Rekabet (49 dk. 04 sn.)

Daniel, sondaj kuyusunda yaşanan işçi ölümü karşısında soluğu Eli’nin kilisesinde alır, sondaj kulesinin açılışında konuşmasını engelleyen Daniel bu sefer Eli’nin cenazede konuşma yapmasını ister. Eli ise “Daniel bu kazadan kaçınılabilirdi.” (57 dk. 57 sn.) dedikten sonra işçi ölümünü kulenin kutsanmamasına bağlar. Daniel az önce Eli’nin etkileyici şovunu kiliseye girip bizzat izlemiştir. Bu diyalogda rekabet halinde olduğu halde kendi çıkarları için dini hizmetine almak isteyen bir burjuva ve ekonomik gücü elinde tutan burjuvadan dinsel otoritesinin tanınmasını isteyen sahte bir peygamber görülmektedir.

Daniel, karşı karşıya olduğu sahte peygambere işlerin kutsama ve ibadetlerle yürümediğini; kapitalist üretim modelinin çalışma düzenini hatırlatır.

Resim 16: Rekabet (58 dk. 12 sn. – 58 dk. 22 sn.)

Resim 16: Rekabet (58 dk. 12 sn. – 58 dk. 22 sn.)

Eli’nin cemaati büyümekte ve daha geniş ayin alanına ihtiyaç duymaktadır. Bu arada Daniel’in bir sondaj kuyusunda gaz kaçağından dolayı patlama olmuş, oğlu H.W. kulağından ağır hasar alıp ömür boyu sürecek kalıcı sağırlık yaşayacaktır. Tüm bu gerilim dolu anların üzerinden çok geçmemişken Eli, Daniel’in karşısına Sunday Çiftliği’ni satın alırken vermiş olduğu kiliseye bağış sözünü yerine getirmesini söylemek için gider. Daniel, çatışma içerisinde olduğu Eli’nin temsil ettiği tüm kutsallığı bir kenara bırakarak saldırır ve “Kutsal Ruh’un üfürükçüsü olarak ortalarda dolaşan sen değil misin? Ne zaman gelip oğlumun işitmesini sağlayacaksın? Bunu beceremez misin?” (1 saat 13 dk. 22 sn. – 1 saat 14 dk. 29 sn.) diyerek onu çamurlu petrolün için yatırıp döver.

Eli, uğradığı şiddet sonrasında aile evinde yemek masasındadır. Tüm öfkesini babası Abel’e “…aptallığın yüzünden bizim olacak olan petrol onun oldu.” (1 saat 15 dk. 26 sn.) deyip saldırarak çıkarır ve ikiz kardeşi Paul’un Daniel’i başlarına bela ettiğini söyler. Bu diyalog bize; Eli’nin en başından beri Daniel’le olan rekabetini, isteyip de elde edemediği bir konumu, erişemediği maddi rekabet unsurunu vermektedir.

Standard Petrol’e rest çekip boru hattı işine yoğunlaşan Daniel, ilk teklifte arazisini satın almak için ayağına çağıran William Bandy’inin ayağına gitmek zorunda kalır. Fakat arazisinde Bandy’i bulamaz ve torununa ona ulaşması için mesaj bırakır. Bu arada bir süredir kardeşi olarak hayatına giren Henry Plainwiew; Bandy’le yapacağı görüşmeden bir gün önce Daniel tarafından öldürülecektir. Daniel, esasında oldukça şüpheci ve kurnaz bir karakterdir. Tüberkülozdan yaşamını yitirmiş olan gerçek kardeşinin yerine geçip bir hikaye etrafında Daniel’in hayatına giren Henry için tahmin edilen son yaklaşacaktır.

Daniel, Henry öldürmeden önce sanki bir cellat gibi son isteklerini yerine getirircesine denize ve eğlenmeye götürür. Onu iyice sarhoş eder ve boşluğunu yakalar yakalamaz silahını başına doğrultarak konuşturmaya, gerçeği itiraf etmeye zorlar. Henry, fırsatı değerlendiren filmde de uzunca bir süre olayların içerisinde yer alan bir karakterdir. Fırsatçılığının sonunu, her ne kadar Daniel’e kötülük yapmak gibi bir amacının olmadığını söylese de canıyla öder. Henry’nin cansız bedenini gömmek için Daniel’in kazdığı topraktan petrol çıkması, cesedin petrolün içinde görünmesi filmin adını en iyi yansıtan somut bir sahnedir.

Resim 17: Rekabet (1 saat 46 dk. 58 sn.)
Resim 17: Rekabet (1 saat 46 dk. 58 sn.)

Henry’i öldürdüğü cinayet aletiyle William Bandy; dışarıda uyuya kalmış Daniel’in başındadır. Bandy, Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin sıkı üyelerinden biridir. Arazisini satması karşılığında Daniel’in işlediği cinayetten dolayı günahlarından arınmasını ve vaftiz olmasını şart koşar. “Hz. İsa’nın kanında yıkanmalısın. (…) Ebedi kurtuluşuna ve seni arzularına ulaştıracak tek yol bu. (…) Bunu Üçüncü Vahiy Kilisesinde gerçekleştirebilirsin. (…) Kilisemizin bir parçası olmanı istiyorum. İşlediğin günahın affını dile.” (1 saat 50 dk. 16. sn. – 1 saat 51 dk. 50 sn.)

Standard Petrol’ün yüksek maliyetli demiryollarına muhtaç olmamak için Daniel’in Bandy’nin arazisine ihtiyacı vardır ve böylelikle Daniel, Bandy’le birlikte Eli’nin Üçüncü Vahiy Kilisesi’nin yolunu tutmak zorunda kalır. Bu bir yanıyla çatışmalı olduğu kiliseye burjuvazinin boyun eğişidir diğer yandan da çıkarları doğrultusunda pragmatist davranmanın gereğidir.

Resim 18: Rekabet (1 saat 52 dk. 33 sn.)
Resim 18: Rekabet (1 saat 52 dk. 33 sn.)

Eli’nin kilisesinin ve cemaatinin de köktendinci olduğunu belirtmemiz gerekir. Orta Çağ anlayışıyla özdeş bir yaklaşımı taşımaktadır. Daniel’in kiliseye gitmek zorunda sahnede cemaatine seslenen Eli, “Evrensel kurtuluş prensibi” hakkında konuşur ve herkesin bağışlanacağı bir durumun olmayacağını, İsa’nın kanını inkar edenlerin bağışlanmayacağını, evrensel kurtuluş prensibinin yalan olduğunu söyler.

Daniel’i kilise sırasında gören Eli, çamur deryasında yemiş olduğu dayağın rövanşını kilisede ayin yaparken Daniel’den alacaktır. Daniel’in vaftiz töreni; kendi kendini aşağılamak zorunda kalacağı bir durum ve diğer yandan da Eli’nin birbiri ardına inen tokatlarıyla sonlanacaktır.

Resim 19: Rekabet (1 saat 53 dk. 31 sn. – 1 saat 55 dk. 20 sn.)

Eli, Daniel’in vaftiz töreninde rövanşını almış olur. Hiçbir inanca sahip olmadığını kendisi de açıkça ifade eden Daniel petrol boru hattı için bu onur kırıcılığa rıza göstermek zorunda kalmıştır. Çünkü işin ucunda petrol boruları vardır. Vaftiz suyu başından aşağı akarken Daniel bunu açıkça dile getirir.

Resim 20: Rekabet ( 1 saat 55 dk. 39 sn.)

Resim 20: Rekabet ( 1 saat 55 dk. 39 sn.)

Daniel boru hatlarını projesini vaftiz sonrasında hayata geçirmeye başlar ve bu sırada sağır olan oğlu H.W’nin işaret dili hocasıyla birlikte döndüğü görülmektedir. Eşzamanlı olarak da Eli’nin dinsel şöhreti başka eyaletlere de yayılmıştır artık o küçük bir kasabanın cemaat önderi olmaktan öteye geçmiştir. Misyonerlik faaliyetleri için yolculuk yapma zamanı gelmiştir.

Buraya kadar olan kısımda din ile sermayenin çatışmasını görmekteyiz. Kapitalist düzen öncesi feodal dönemde kilise ile burjuvalar arasında bir savaş vardı. Daniel ile Eli’nin ilişkisi esasında kapitalizmin 20. Yüzyıl Amerika’sında kırsal alanda gelişim sürecinin din-sermaye boyutuyla çatışmasını yansıtmaktadır. Daniel’in inançsız olması da tesadüf değildir erken dönem burjuva aydınlarının hemen hepsi materyalist ve tanrı tanımaz bir felsefi arka plana dayanıyordu. Daniel’in tanrıtanımazlığı felsefi bir ateizmden ziyade ve yeni burjuva dünyanın tek yüce değerine yani sermayenin gelişimine, rekabete, tekelleşmeye, kâra ve metalaşmaya işaret etmektedir. Eli’ye baktığımızda Daniel’den daha temiz olduğu söylenemez. O da tıpkı skolastik dönemin endüljans kağıdı dağıtan ayrıcalık ve menfaat elde etmek isteyen eski dünyanın ruhban sınıfı üyelerinden farksızdır. Bu da bize eski dönemin ayrıcalıklı kesimiyle yeni dünyanın ayrıcalıklı sınıfının tekleşme, rakip istemeyen bir otorite olma arzusu arasındaki çatışmayı vermektedir.

Tarihsel olarak bilmekteyiz ki hem üretim araçlarının gelişimiyle feodal düzenin geride kalması hem de Aydınlanma Çağı’nın, Fransız Devrimi’nin getirileriyle toplumsal yapının dinsel ayrıcalıklı kesimlerin aleyhinde gelişmesi söz konusudur. Filmde de yeni düzenin değeri olan para; eski düzen sahiplerini temsil eden Eli’nin dönüp dolaşıp burjuva Daniel’eden çeşitli kurnazlıklarla elde etmek isteyeceği bir olgu olacaktır. Toprak egemenliği düzeninin yerini para, paranın sahibi olan yeni egemen sınıfın herkesi kendine bağlayacağı bir unsur ortaya çıkmıştır. Bunu filmde; özellikle final sahnesinde anlamaktayız. Eli, meşhur bir sahte peygamber, cemaat önderi olmasına rağmen üretici bir sermayeye sahip değildir haliyle üretim araçlarını elinde bulunduran Daniel’in üzerine oturduğu üretim ilişkisi hakimdir.

Eli’nin elde ettiği ayrıcalığa rağmen ki bu ayrıcalıklı konumun getirisi olarak bolca günaha bulaşmış parası tükenmiştir. Finalde Daniel’e kendi cemaatinin üyesi olan torun Brandy’nin 4.000 dönüm arazisini kendisine 100.000 dolar ödemesi karşılığında satması yönünde ikna edebileceği teklifini sunar. Daniel için şimdi son rövanş alınacak ve rekabetin Eli ile olan boyutu sona erdirilecektir. Kilise ile burjuvazi arasında son savaş gerçekleşecektir. Daniel, sinsi bir şekilde Eli’nin teklifini kabul eder, makul karşılar fakat öyle bir şart öne sürer ki tıpkı vaftiz töreninde inançsız Daniel’in cemaat üyesi pozisyona geçmesindeki pragmatik çelişki gibi cemaat önderi olan Eli’nin kendi varlığını inkar edeceği sözleri söylemesini ister.

Resim 21: Rekabet (2 saat 22 dk. 36 sn.)

Resim 21: Rekabet (2 saat 22 dk. 36 sn.)

Bana sahte bir peygamber olduğunu söyleyeceksin. Geçmişte olsun şimdi olsun hep sahtekarlık yaptığını, Tanrı’nın da hurafeden başka bir şey olmadığını söyleyeceksin.” Replikte geçen sözleri Eli’ye tam altı kez tekrarlatır Daniel ve her seferinde Eli’den yüksek sesle söylemesini ister tıpkı vaftiz töreninde kendisine Eli’nin “Tanrı seni duymuyor” dediği gibi.

Eli’nin gerçek yüzünü kendi ağzıyla itiraf ettirebilmenin gururunu yaşayan Daniel, yeni bir üretim şeklinden bahseder: “Drenaj”. Daniel, Eli’nin para karşılığı ikna etme teklifiyle gittiği arazileri yerin altından drenaj yöntemiyle Daniel çoktan kendi servetine katmış durumdadır. Bu sahnede yine bir başka çatışma unsurunu görüyoruz. Geçmiş dönemin üretim ilişkilerini temsil eden feodal dönemin bir parçası olan kilise yeni yol ve yöntemlerin ortaya çıkabilmesini öngörecek ufka sahip değildir. Burjuva sınıfı ise üretim araç ve yöntemlerinde sürekli devrim yapmadan duramaz, Marx bu kısma Manifesto’da özel bir yer ayırmıştır. Sonuç olarak Daniel’de bu sınıfın bir parçası olarak üretim araç ve yönteminde yeniliğe gidere azami kâr dürtüsünün meyvesini drenajla almıştır. Kiliseyi temsil eden Eli’ye ise köylü kurnazlığının, şehirli burjuva karşısında ezilmesi kalmıştır.

Ki bu ezilme, bizzat Daniel’in kendini kapattığı evinin Bowling salonunda yaşanacaktır. Daniel, finalde Eli’yi onunla birlikte temsil edilen kilisenin gücünü ortadan kaldıracaktır. Fakat kendisi de içler acısı bir durumdadır. Son döneminde oğlu terk etmiş, istediği her şeye erişmiş, bitkin ve alkolik bir haldedir. Bu görüntüden çürüyen bir burjuva sınıfını, onun da gerisinde çürümüş olan eski üretim ilişkilerinin unsuru olan Eli’nin hayatta kalmak için çırpınışlarını görürüz.

Resim 22: Rekabet (2 saat 28 dk. 46 sn.)

Resim 22: Rekabet (2 saat 28 dk. 46 sn.)
Resim 23: Rekabet (2 saat 29 dk. 09 sn. -2 saat 29 dk. 15 sn.)

Resim 23: Rekabet (2 saat 29 dk. 09 sn. -2 saat 29 dk. 15 sn.)

Daniel’in “Üçüncü Vahiy benim” diyerek Eli’nin üzerine yürüdüğü sahne; burjuvazinin kilise üzerine yürümesini ve dini kendine bağlı bir kuruma dönüştürmesini, kilise üzerindeki nihai zaferini resmetmektedir.

Daniel, Eli’yi finalde öldürse de; burjuvazi esasında din düşmanı değildir ancak dini eski çağdan kalma ve üretim araçlarının, sermayenin gelişiminde engel olan ve yer yer de toplumsal güç elde etmek isteyen rakip bir güç olarak görmektedir. Burjuvazi tanrısal bir şeye inanmak zorunda değildir. Burjuvazi için din; işine engel olmasın çıkarlarını korusun bir araç olarak envantere eklenebilir pozisyondadır.

Sonuç

There Will Be Blood, karakter, olay örgüsü, ayrıntıda kalan alt öğeleri, işlediği konu itibariyle Marx’ın çatışmacı kuramına ait olan bir dizi tezin izlerini sürebileceğimiz kült eserler arasındadır. Filmin ismi gerçek dünyaya bir göndermedir. Günümüzde ve yakın tarihte petrol savaşlarını devletler düzeyinde yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Özellikle de içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyasının petrol zenginliğine sahip olması dökülen kanın, işgallerin ve savaşların nedenini en berrak şekilde açıklıyor.

Filmin hikayesi henüz petrolün bulunma ve ABD piyasasına girişi ile sınırlı olduğu için dökülecek kan, 20. Yüzyılın başında henüz ABD’nin sınırları içerisinde köylülerle hırslı petrol şirketleri arasındadır. Sermayenin özgür dolaşımı 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren ulusal sınırların dışına çıkmayı gerektirecektir. Yeni kaynak arayışları dünyanın paylaşıldığı I. ve II. Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşları’na, 71 Petrol Krizi sonucunda neo-liberal politikalara geçişe, 90’lar Körfez Savaşı’na ve 2000’lerin başı ise Irak işgaline kadar uzanacaktır.

There Will Be Blood yani Türkçesi “Kan Dökülecek” olan bu isimlendirme; kan dökme ile petrol arama arasında oldukça anlamlı doğrusal bir ilişki kurmaktadır. Dökülen ve dökülecek olan kan yalnızca kurgu olan bir filmin öyküsü olmayıp gerçek dünyanın da öyküsü olma niteliğine sahiptir. Sömürgecilik döneminin en önemli madeni olan altın ve gümüşten; kapitalizmin itici gücü olan petrol ve kömüre doğru geçişin bir şirket sahibinin kâr, büyüme hırsları etrafında varabileceği en son durağın anlatıldığı filmde ana tema bugünkü neo-liberal dönemi de içine alan “daha fazla kâr, büyüme, rekabet, tekelleşme”dir. Daniel; kapitalizmin, burjuva sınıfının hikayesidir. Marx’ın çatışma kuramı; sınıf mücadelesinin kaçınılmaz olarak burjuva sınıfını ortadan kaldırma ile sonuçlanacağı noktasında nettir. Kan Dökülecek filmi doğrudan işçi sınıfı ve burjuvazi arasında bir sınıf mücadelesini ekrana yansıtmasa da burjuvazinin yönetme şeklini, sınıfsal iktidarını, çıkarları doğrultusunda izlediği taktikleri bize göstermektedir. Ve bu iktidar uğruna nelerin yapılabileceği, tüm insani öğelerin terk edilebileceğini sunmaktadır. Esasında filmin devamı Daniel’in yönettiği petrol şirketinde işçilerin ona karşı mücadelesiyle sürdürülebilir. Kan Dökülecek ikinci seri; Marx’ın çatışmacı kuramının sınıf mücadelesi ile ilgili olan kısmını da verebilir.

İnsanlığın uzay çağını, yapay zekayı, dijitalleşmeyi, otomasyonu yaşadığı bir çağda Afrika kıtası halen en temel insani gıdalara, temiz suya, asgari yaşam koşullarına sahip değil, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde bölgesel savaşlar kanlı sonuçlar
doğurmaya devam ediyor, zenginlik bir avuç insanın elinde toplanırken milyarlarca insan günlük 1 doların altında gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor, gezegenin kaynakları şirketler tarafından talan edilirken toplumsal müşterek olması gereken mülkiyetler uzun zamandır sadece birer meta haline dönüştü. Kentlerin soylulaştırılması-elitleştirilmesi yoksulların kent dışına atılması sonucunu doğururken, işsiz kalan milyonlar adli suçlarla, intiharlarla kısaca toplumsal çöküntünün oldukça trajik yansımalarıyla gazete köşelerinde yer buluyor.

Neo-liberalizm ulus-devletleri aşma noktasında hareket eden ve bunu da belirli oranda başarmış olan bir sistem olduğu için eşitsizliğin, toplumsal tabakalaşmanın yalnızca ulusal sınırlar içerisinde kalmayıp uluslararası niteliğe kavuştuğunu tespit edebiliriz.

Buna karşın eşitsizliğin sürdürülmesinde hiçbir çıkarı olmayan geniş kitleler birçok gündem üzerinden mevcut kurulu düzeni sorgulamaktadır. Örneğin oldukça güncel bir mesele olan korona günlerinde dünya üzerinde sağlık alt yapısındaki yetersizlikler, aşı konusunda kıtalar arası eşitsizlik, koronaya rağmen çalışmak zorunda kalan insanlar ve ekolojik krizin açığa vurmasına sebep olan aşırı kâr hırsının hayvan endüstrisi aracılığıyla insanlığı olumsuz etkilemesi… Yine ABD’de siyahların sürekli polis tarafından katledilmesi siyah-beyaz eşitliğini sorgulatırken, kadınlara yönelik şiddet ise kadın-erkek eşitlenmesi sorununu gündeme getirmekte toplumsal dinamikler bu süreçleri sorgulamakta ve değişim talep etmektedir. 21. yüzyıl ve ardı sıra gelecek on yıllar belki de yüzyıllar bugün dünya sorunu olarak karşımızda duran eşitsizliği aşacak maddi koşulların toplumsal hareket düzeyinde oluştuğunu, ciddi bir tarihsel arka planı kendine referans aldığını söylemek abartı olmayacaktır.

KAYNAKÇA

ALDEMİR, C., ATAOL, A., BUDAK, G. (1999). İnsan Kaynakları Yönetimi, Birinci Basım, Ankara: Pegem Yayıncılık.

BARREAU J. C. ve BİGOT, G. (2008).’’Tarih Öncesinden Günümüze Bütün, Dünya Tarihi’’. İstanbul: Dharma Yayınları.

BOTTOMORE, T. (1991). Marksist Düşünce Sözlüğü, Çev. Mete Tuncay, İstanbul: İletişim Yayınları.

BİNGÖL, D. (1998). İnsan Kaynakları Yönetimi, Dördüncü Baskı, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşlet. Ekon. Dizisi: 77, İstanbul.

FINDIKÇI, İ. (2000). İnsan Kaynakları Yönetimi, İkinci Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları, Yönetim Dizisi: 12.

GORDON, S. (2015). Sosyal Bilimler Tarihi ve Felsefesi, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Küre Yayınları.

GÖZE, A. (2007). ‘’Siyasal Düşünceler ve Yönetimler’’. İstanbul: Beta Yayınları.

GIDDENS, A. (2010). ‘’Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori’’, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: İletişim Yayınları.

MARX, K. ve ENGELS, F. (1992). ‘’Feuerbach Üzerine Tezler’’, Çev. (bilgisi yok). Ankara: Sol Yayınları.

MARX, K. ve ENGELS, F. (2008). ‘’Alman İdeolojisi’’, çev. Sevim Belli. Ankara: Sol Yayınları.

MARX, K. ve ENGELS, F. (2002). ‘’Din  Üzerine’’, Çev. Kaya Güvenç, Ankara: Sol Yayınları.

MARX, K. ve ENGELS, F. (2009). ‘’Komünist Parti Manifestosu’’, çev. Rekin Teksoy. İstanbul: Oğlak Yayıncılık.

MARX, K. ve ENGELS, F. (2011). ‘’1844 El Yazmaları’’, çev. Murat Belge. İstanbul: Birikim Yayınları.

TURNER, J. H. vd. (2010). Sosyolojik Teorinin Oluşumu çev. Ümit Tatlıcan. Bursa: Sentez Yayıncılık.