Home Siyaset Bilimi Sosyolojik Açıdan Siyaset | Uğur Karaoğlan

Sosyolojik Açıdan Siyaset | Uğur Karaoğlan

Özet

      İnsanlar gruplar halinde yaşadığı müddetçe, birtakım sosyal ilişkiler ağı meydana getirir. Siyaset kurumu da bu ilişkiler ağının bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyaset, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir.
Bütün toplumlarda var olan siyaset, her toplumda kendisini farklı fikirler ve farklı teorilerle göstermiştir. Bazı toplumlarda güce dayanırken; bazı toplumlarda ise fikirsel mücadelelerle varlığını kanıtlamıştır. Değer ve tutumlar, insan davranışlarını belirleyen toplumların sosyal vicdanıdır. Değerler, toplumda bütünleşmeyi sağlayarak o toplumun devamlılığını sürdüren yol haritalarıdır. Her insan belirli değerlere sahiptir. Kişinin cinsiyeti, mesleği, inancı, yaşamış olduğu coğrafyanın demografik özelliği vb. gibi unsurlar insan davranışlarını belirleyen en önemli mekanizmalardır. Dolayısıyla insanın dünyayı idrak ederken bulunduğu sosyal çevresi önemli konumdadır. Bu elbette ki siyasi görüşüne de etki etmekte ve siyasi katılımını o düzeyde sağlamaktadır. Kişinin yaşı, bulunduğu bölgenin demografik yapısı, aile yapısı, cinsiyeti, toplumsal statüsü ve eğitim düzeyi siyasal katılmayı belirleyen unsurlardır.

Anahtar Kelimeler; Siyaset, siyaset sosyolojisi, devlet, iktidar, propaganda, siyasi katılım, demokrasi, irade, değer, tutum, davranış, modernleşme, küreselleşme, sanayileşme

Giriş

      Toplum içerisinde siyaset genellikle olumsuz nitelemelere maruz kalmaktadır. Fertler çoğu zaman tabiri caizse laf kalabalığı yaptığında toplum tarafından “siyaset yapma”, “felsefe yapma” gibi nitelemelerle karşılaşmaktadır. Oysa siyaset, en önemli bir devlet mekanizması, siyasetçi ise bir devlet adamıdır. Kendi kültürümüzden örnek verecek olursak, Türk töresinde her zaman devlete ve devlet adamına büyük bir önem atfedilmiş hatta bu önemi somutlaştırırsak devlete “devlet baba”, devlet adamına ise özellikle eski Türklerdeki Kut anlayışı gereği (Atilla dönemini örnek verirsek) “Tanrı’nın kılıcı”, “Kut sahibi” nitelemeleri bu anlayışla kullanılmıştır. Dolayısıyla kültürümüzde “devlet kutsaldır” anlayışı gereği en ağır cezalar devlete başkaldıran, isyan eden kişilere verilmiştir.

      Kişinin tutumu, değeri ve onlara bağlı olarak gerçekleşen davranışı siyaset biliminin konu alanları arasında yer alan bir niteliktir. Bireylerin siyasi beklentilerinde farklılıklar vardır. Bireyler genellikle kendi menfaatleri doğrultusunda demokratik toplumlarda oy verme görevini gerçekleştirir ve beklentilerini o çerçevede tayin eder. Bireyler bir siyasal partiye vatandaşlık görevini yerine getirip oy kullanma işleviyle onu desteklerken aynı zamanda seçmiş olduğu siyasi iktidardan da beklentilerini talep eder. Yaşanılan coğrafya, ailenin gelir durumu ve yapısal özelliği, cinsiyet, meslek, yaş, eğitim durumu gibi faktörler siyasi beklentileri belirlediği gibi siyasi katılımı da etkilemektedir. Dolayısıyla tutum ve davranışlarını buna bağlı olarak şekillendiren kişinin siyasi katılımı da bu faktörler temel alınarak gerçekleştirilir. Bireylerin zihin dünyasında siyaset, ne anlamda biliniyorsa, ne anlamda tanımlanıyorsa ve beklentilerinde ne düzeyde karşılık buluyorsa bu elbette ki siyasi katılım sürecini de etkilemektedir.

1.Siyasetin Tanımı

     Siyaset biliminin birden fazla tanımı mevcuttur. Genellikle halk arasında siyasete ilişkin, ikna etme sanatı, yalan söyleme sanatı ve yönetme sanatı gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Dolayısıyla bu tanımlamalardan da anlaşıldığı üzere siyaset başlı başına bir sanattır (Heywood, 2014: 23). Siyasete dair yönetme sanatı denilince genellikle yöneticiye odaklanılmıştır.
Oysa siyaset sadece yöneteni değil yönetileni de inceler. O yüzden siyaset, yöneten-yönetilen ilişkisini inceleyen bir ilimdir. Siyasete ilişkin gündelik dilde yapılan diğer bir tanımlama ise siyasetin yalan söyleme sanatı olduğudur. Halk genellikle ekonomi, coğrafya, fizik, tarih gibi alanları akademik bir alan olarak yorumlarken; kargaşayı, şiddeti, nefreti, manipülasyon ve yalanı imgelediği için siyaseti “kirli” bir kelime olarak düşünür (Heywood, 2014: 22).
Lakin klasik metinlerde siyasetle yalan bir arada kullanılmaz. Bir diğer tanımlama ise siyasetin ikna etme sanatı olarak görülmesidir. Siyasette, kişinin söylediklerinin karşı tarafa tesirli olması gerekir. Bunun içindir ki siyaset iknayı gerektiren bir iştir ve siyasette iknayı herkes yapamaz. Weber bu konuda halkı kendisine inandıracak kişilerin, ikna etme kabiliyeti yüksek olan karizmatik liderler olduğunun altını çizer. “Bu nedenle dil sadece iletişim aracı değil, siyasi anlamlan karşı tarafa ulaştırmak için keskinleştirilip bilenen siyasi bir silahtır(Heywood, 2015: 2). Kısaca, Arapça “sase”(hayvan tımar etmek, hayvan terbiye etmek) kelimesinden türeyen “siyaset”, memleketi idare etme, ölüm ve cezalandırma anlamında kullanılan bir terimdir (Tatar, 1997: 11-13).

1.2.Siyaset Sosyolojisi

      Siyaset, toplumdan ayrı olan bir alan değildir. Aile kurumu, din kurumu, eğitim kurumu ve iktisadi kurumların olduğu gibi siyasette toplumsal alanın bir kurumudur. Toplumsal alanda meydana gelen her değişme ve gelişme, gerek küçük çaplı gerekse büyük çaplı olarak tüm kurumlara sirayet eder. Aynı şekilde her kurum birbiriyle ilişki ağı içerindedir.
Dolayısıyla toplumu ilgilendiren ne kadar kurum varsa siyasetle bir bağ kurar. Toplumu oluşturan fertlerin siyasi ilişkileri toplumsal ilişkiler silsilesinden bağımsız değildir. Sosyolojik anlamda toplum, az çok devamlı şekilde birleşmiş, bir arada yaşayan, aralarındaki ilişkilerde belirli hareket normlarına (hukuk, ahlak, örf normları gibi) uymayı kabul etmiş oldukça büyük bir insan topluluğudur(Dâver, 1969: 95). Siyaset, bilimi temelde meşru kurumlar ve liderler tarafından uygulanan ve kullanılan “iktidar” olayı ile ilgilidir. Siyaset sosyolojisi ise “siyasal gücün” daha çok gizli ve “nedensel” yapısı ile ilgilidir (Yücekök, 1987, 3).  Toplumu ilgilendiren bütün kurumların olduğu gibi siyaset kurumunun da kendi içerisinde alt bileşenleri vardır. Siyasi partiler, teşkilatlar, siyasetin yönergesi vb. Siyasetin her alt müessesi (iktidar, parti vb.) aynı zamanda toplum tarafından kuşatılmıştır. Siyaset sosyolojisi, Aristo’dan bu yana bir devlet bilimi olarak bilinmektedir (Duvarger, 1975: 23).
Siyaset, kamuyu veya belirli bir grubu ilgilendiren meselelerde, karar verme, kararları etkileme veya uygulamaya yönelik; mücadele etme veya mensup olma, işbirliği ve dayanışma içerisinde olabildiği gibi çatışma şeklinde de beliren değişen bir sosyal münasebetler bütünüdür (Tatar, 1997: 26). Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, her dayanışma aynı zamanda çatışmayı da kendi bünyesinde barındırır. Dolayısıyla siyaset sosyolojisi, bir saç ayağına benzer. Bu saç ayağının bir ucunda dayanışma (Durkheim), bir ucunda çatışma (Marx) ve diğer ucunda ise meşruiyet (Weber) vardır. Siyaset sosyolojisinin amacı ise bunları incelemektir.

1.3.Siyaset ve Devlet İlişkisi

      Siyaset kurumunun temel işlevlerinden birisi kamu düzenini sağlamaktır. O yüzden bazı literatürde siyaset için devlet yönetme sanatı denilmektedir. Devlet, siyaset kurumunun olmazsa olmazı arasındadır. Çünkü devlet, siyasetin ve onun işlevlerinin somut şeklidir. Devlet, sosyal istikrarı sağlayan kurumların başında yer alır. Devlet, itaati meşru kılan ve uygunsuz eylemlerde cezai eylemlere başvuran bir mekanizmadır. Devlet, toplumun ortak çıkarlarını temsil eden bir kurumdur. Devletin beyni hükümettir ve hükümet onun ayrılmaz temel parçasıdır (Heywood, 2014: 126-128). Devlet, yasal düzeni ve politikalarını uygulamak üzere askeri güç kullanma kapasitesi olan bir aygıttır (Bozkurt, 2015: 222). Devlet, en üst otoritedir. Devlet, müstakil bir kurum veya kurumlar dizisidir. Devlet bürokrasi, ordu, polis, yargı, sosyal güvenlik sistemi vb. kurumları kapsar; o bütün bu siyasi teşkilatlanma ile özdeştir (Heywood, 2015: 91-92).

Kısaca devlet, “Belirli bölgede yerleşmiş ve kendine özgü bir kuvvete sahip olan bireylerin bir araya toplanmış topluluğundan oluşan bir varlıktır” (Atatürk, 2010: 50).
Bu kısa devlet tanımlarından sonra sosyal teorisyenlerin devlet ve yönetime dair görüşlerine değinmekte yarar vardır.

1.3.1.Sosyal Teorisyenler Açısından Devlet ve Hükümdar

       Devlet, bir araya gelmiş insan gruplarından oluşur. Devamlı ve sürekli bir varlık olan devlet kurumu, insanın varlığını sürdürebilmesi için onun güvenlik ihtiyacını karşılayan bir varlıktır.             

       Siyaset alanını incelerken devleti merkeze alan ünlü İslam sosyal teorisyeni İbni Haldun’a göre, devlet sadece dış tehlikeleri değil aynı topluma mensup insanlar arasındaki haksızlıkları da koruyan bir mekanizmadır (Kızılçelik, 2014: 63). Asabiyet ile siyaset arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu savunan Haldun, asabiyetin temel amacının devleti kurma ve yönetme olduğunu belirtmiştir.

Asabiyet, iç ve dış tehlikelere karşı toplumda dayanışma duygusunu uyandıran bir ruhtur. İşte asabiyet bağı güçlü olan bir toplum, güçlü bir devlete de sahip olur.İbni Haldun’a göre bir devletin ortalama ömrü üç kuşaktır. Yani ona göre her bir kuşak 40 yıl yaşar ve devlet ise 120 yıl ayakta kalır. Bu süre zarfında devlet belirli aşamalardan geçer.

 
Birinci aşama, coşkuyla amaca ulaşarak devleti ele geçirme aşamasıdır. İkinci aşama, istibdat ve infirat dönemidir. Yani bu aşamada hükümdar yetkilerini kimseyle paylaşmayarak “tek adam” görünüşü çizmektedir. Üçüncü aşama, rahatlama aşamasıdır. Artık devlet, kalıcı izler bırakır ve hükümdar güzel anılarla anılmayı amaçlar. Ama bu demek değildir ki dış tehlikelere karşı bir savunma anlayışından yoksundur. Çünkü bu aşamada da hükümet rakip devletlere korku salmaya devamlılığını sürdürmektedir. Dördüncü aşama, doyum ve barış aşamasıdır. Beşinci ve son aşama ise, devletin israf aşamasıdır. Bu aşamada egemen, kendi ve çevresi için vergileri arttırır. Kendi lüksünün peşinden koşar, kötü dostlar edinir, ehliyetsiz insanlara önemli mevkilerde önemli konumlar sunar. Böylece hükümet küçük birimlere bölünerek parçalanır, sömürülür, yıkılır ve tarih sahnesine ismini kazır (Kızılçelik, 2014: 66-69). Devlet, hangi yolla kurulmuş olursa olsun toplum kadar doğaldır. Çünkü devlet anlaşmazlıkları çözümleyen, dış tehlikeleri önleyen, adaleti sağlayan yegâne mekanizmadır (Gürkan, 2017: 77).

       Haldun’a göre devletin kuruluş ve yıkılışında askeri gücün ve memur kadronun rolü büyüktür. Bu iki güç sayesinde devlet varlığını sürdürür. Devletin kuruluş döneminde idari yapının etkisi büyüktür. Çünkü bu süreçte devlet, bir idari kurallar silsilesi çizer. Ancak yıkılış aşamasında ise devlet, korunmak için mülki kadrodan çok askeri güce yani orduya muhtaçtır. Dolayısıyla ilmiye ve harbiye sınıfları devletlerin varlıklarını sürdürebilmesi açısından olmazsa olmazları arasındadır.

       İbni Haldun “ideal” bir devlet profili çizerek, devletin asla zalimlik edip doğru yoldan sapmaması, tebaanın canına ve malına gözü gibi bakması, onların varlıklarına asla zarar vermemesi, kin, nefret ve hasede dayanmaması ve doğru yoldan ayrılmaması gerekir. 

      İbni Haldun devlete organizmacı bir bakış açısıyla yaklaşarak devletin de tıpkı insanlar gibi doğduğunu, büyüdüğünü, olgunlaşarak yetiştiğini ve öldüğünü belirtmiştir. Dolayısıyla Haldun’a göre, devlet ve insan varlığının geçtiği aşamalar açısından hiçbir fark yoktur.
Devlette tıpkı insanların geçtiği aşamalardan geçer.

       İbni Haldun’un orginazmacı bakış açısına benzer bir tanımlama da Spengler ve Toynbee’den gelmiştir. İncelemiş olduğu sekiz medeniyeti yükseliş-çöküş biçiminde inceleyen Spengler’a göre, her kültür (doğal olarak devlet) tıpkı organizmalar gibi aynı akıbeti yaşayacaktır. Bütün kültürlerin ilkbahar, yaz, sonbahar ve kışa tekabül eden aşamaları vardır. Ona göre her kültürün bir toplumsal biçimi ve toplumsal nitelikleri vardır. Mesela çocukluk döneminde, devlet ve din ortaya çıkar. Gençlik döneminde ihtiyaçların karşılık bulunduğu dönemdir. Dolayısıyla entelektüel bir gelişmişlik (sanatta, felsefede vb.) zirve yapmıştır. Son aşamada ise artık devlet çöker. Yirmi altı medeniyet üzerinde araştırma yapan ünlü tarihçi Toynbee ise yine benzer yaklaşarak, toplumları gelişmiş, gelişmeleri durdurulmuş ve gelişmeye başlamış olmak üzere üç aşamada incelemiştir. Ona göre medeniyetler muhafazakârlaştıkça çürümeye başlar. Çürümeye başlayan medeniyetin çöküş döneminde kurtarıcı fikirler ortaya çıkar. Lakin bu fikirler çöküşü engelleyemez, ancak bunlardan din merkezli olan yeni bir medeniyetin temelleri ortaya atılır. Onun içindir ki her medeniyet yok olurken kendi mabedini yaratır (Kaya, 2003: 21-22). Devletin en üst sınıfında filozofların olması gerektiğini belirten Platon ise Devlet’inde insan ve devletin benzer bir yapıya sahip olduklarını dile getirmiştir (2017: 311).

           İnsan tabiatı gereği bazı amaçları gerçekleştirmek için hürriyet arzusunun yanı sıra iktidar arzusunu da içinde bulundurur. Thomas Hobbes, iktidar arzusunun ancak ölünce sona erdiğini ifade etmiştir (Dâver, 1969: 87). Çünkü ona göre, insanın doğasında doğuştan beri bir eşitsizlik söz konusudur. İnsanları ancak doğa eşit hale getirir. Ancak insanın doğasında üç kavga nedeni vardır: Rekabet, güvensizlik ve şan/şeref/iktidar (Kızılçelik, 2016: 266). Bu savaşı sona erdirecek olan tek güç ise devlet aygıtıdır. Çünkü devlet, insanın güvenliğini, huzurunu, özgürlüğünü ve barışını temin eden siyasal bir güçtür. Başkalarının özgürlüğüne saygı gösterilmeyen yerde kargaşalık ve kaos ortaya çıkar. Devletin amacı ise, kurumları vasıtasıyla insanın güvenliğini sağlamaktır.

Eşitsizliğe vurgu yapan bir diğer düşünür ise, J. J. Rousseau’dur. Ona göre, toplum eşitsizlik üzerine kurulu bir yapılanmadır (Kızılçelik, 2014: 370). Bu eşitsizliğin temel nedeni ise mülkiyet duygusudur. Lakin mülkiyet duygusu birdenbire bir gelişme göstermemiştir.
Çünkü doğal düzende insanlar özgürdür. Lakin ne zamanki insan tarihsel bir süreçten geçerek modern, uygar bir insan şeklini büründü o zaman mülkiyet duygusu önem kazanmaya başlamıştır. Kendisinin de tabiriyle, “insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” (Rousseau, 2016: 12). Eşitsiz bir toplum sürecine geçildikçe insanlar arasında çatışmalar yaşanmaya başlamıştır. Bunu sonlandıracak temel öge ise, kendine özgü bir doğaya sahip olan, ideal bir düzeni temsil eden “toplumsal sözleşme”dir.

       Ele alacağımız bir diğer sosyal teorisyen ise Niccolo Machiavelli’dir.
Niccolo Machiavelli’ye göre, bir devletin yok olmasının temel nedeni o devlette hükümdarın sıklıkla değişmesidir. Dolayısıyla devletin istikrarı sürdürebilmesi için sürekli değişen bir yönetimin olmaması gerekir. Sınıflı bir toplumun devamlılığından yana olan Machiavelli, devletlerin doğuşunda sınıfsal mücadelelere vurgu yapar. Yıllar öncesinden Machivelli, Marx ve Engels’in savunduğu sınıf mücadelelerini gündeme getirmiştir (Kızılçelik, 2014: 145). Siyaset uzmanı olan Niccolo Machivelli, devlete ve prense dair fikirlerini Floransa (İtalya) merkezinde açıklamıştır. Machiavelli’ye göre, vatanı iç ve dış düşmanlardan korumak için devlet iyi yasalara ve iyi ordulara sahip olmalıdır (Kızılçelik, 2014: 154). Ona göre, devleti kaybetmenin temel sebeplerinden biri ise askerlik sanatının ihmalidir. Kazandıran neden ise bu sanatı meslek olarak yapıyor olmaktır (Machiavelli, 2013: 135). Machiavelli, bir hükümdarın devleti savunmak için ya kendi milis güçlerine ya da paralı askerlere başvurduğunu belirtir. Ona göre, bir devlet ulusal birliğini sürdürmek istiyorsa paralı askerlerden uzak durmalıdır. Paralı askerler istikrarsızlığa neden olur, bunlar Tanrı’dan korkmazlar, insanlara güvenmezler, dürüst değildirler (Machiavelli, 2013: 115). Çünkü paralı askerlerin devlet, ülke ve vatan bilinci yoktur, onların tek vatanı paradır. Aldıkları ücret onları bir araya getirir. Bunlar savaşın olmadığı dönemlerde asker olmayı isterler lakin savaş dönemlerinde ise korkarak bulunduğu yerlerden kaçmak ve ayrılmak isterler (Machiavelli, 2013: 117). Onun için devletler kendi öz ordusuna sahip çıkmalıdır. Ülkeler kendi toplumundan birlik kurmalı ve başka güç unsurlarına sığınmamalıdır.

      Machiavelli’nin hükümdara dair öngörülerine değinecek olursak; ilk önce hükümdar ile halk birbirlerini tanıması gerektiğini belirtmiştir. Halkı tanımak için prens, prensi tanımak için halk olmak gerekir (Kızılçelik,2014:160). Çünkü prensi değerlendiren halktır. Halk gerektiğinde yerer gerektiğinde över. Devletlerin kuruluşu da yıkılışı da halk ve prens arasındaki ilişkiye bağlıdır. Halka dayanmayan bir siyasal sistem varlığını fazla sürdürmez ve devletin yıkılmasına sebebiyet verir. Machiavelli’ye göre hükümdarın diğer bir özelliği ise, fetihçi olmasıdır. Ona göre, fethetmek oldukça doğal bir olgudur. Dolayısıyla hükümdar fetihler gerçekleştirmelidir. Önemli olan fethetmek değil fethedilen yerleri idare etmektir. Bunun ise üç yolu vardır. Birincisi, yakıp yıkmak. İkincisi, fethedilen yerlere yerleşmek. Üçüncüsü, işgal ettiği devleti kendi yasaları ile bırakmak ancak vergi toplayıp onu uyducu bir yönetim politikasıyla yönetmek.

        Ona göre bir yere sahip olabilmek için onu yıkmaktan daha güvenli bir yol yoktur (Machiavelli, 2013: 57). Ama uygulamış olduğu şiddetlerin de muhasebesi iyi yapılmalıdır. Kötülüklerin birden bire yapılması gerekirken, iyilikler peyderpey yapılmalıdır. Eğer bir prens iyi olmayı görev haline getirirse ortadan kaldırılması kaçınılmazdır. O yüzden hükümdar iyilik yapma konusunda ölçülü davranmalı, dikkatli olmalı hatta ve hatta zorunlu olmadıkça iyilik yapmaktan kaçınmalıdır (Kızılçelik, 2014: 163).

Hükümdar, iktidar hırsını elinde bulunduran kişidir. Hükümdar için bir insanları yönetmek için bir kanun bir de hayvanlara uygulamak üzere kuvvetten ibaret bir kanun vardır. İktidarı elinde tutmak için birinci yol yetersizdir. Dolayısıyla hükümdarın iktidarını devam ettirmesi için ikinci yola başvurması gerekir. Ona göre hükümdar, insanca davranmayı da bilmelidir hayvanca davranmayı da bilmelidir. Hükümdar iktidarını sürdürmek için, halkı kendisine muhtaç etmelidir. Ona göre halk ikincil plandadır. Halk, ezilecek ve sömürülecek bir yığındır. Akıllı bir hükümdar her zaman halkı kendisine muhtaç bırakır ve böylece iktidarı elinde tutar.

      Hükümdar amacını gerçekleştirmek istiyorsa duygusal olmaktan ziyade rasyonel olmalıdır. Ülkenin menfaati söz konusuysa her yolu denemelidir. Dolayısıyla Machiavelli için, “amaca ulaşmak için her yol mubahtır.” Ahlaklı olmak, dini duygulara sahip olmak devlet yönetme felsefesinde bir amaç değil, araçtır (Kızılçelik, 2014: 165). Onun “ideal yönetici” anlayışı, gerektiği zaman adaleti değil adaletsizliğe başvuran, hileyi güden, iktidarı boyunca iyi işlere imza atıp etik olmayan davranışları ise başkalarına yaptıracak kadar kurnaz olan bir hükümdar profilidir.

        Devleti maddi bir güç olarak gören Machiavelli, ideal bir prensin cömertlikten kaçınması gerektiğini, cimriliğin ise iktidarını sürdürmesi açısından gerekli bir tavır olduğunu belirtir. Cömertlik onun gücünü azaltır. Dolayısıyla bir hükümdar eli açık olmaktan ziyade eli sıkı olmalıdır (Kızılçelik, 2014: 169). Halk görünüşe bakar. O yüzden halkının gözünde cömert tanınmalı ama asla cömert olmamalıdır. Hükümdar halkı arasında cömert olarak anılmak için hiçbir şeyden taviz vermemelidir (Machiavelli, 2013: 145).

         Kısaca Machiavelli’ye göre, hileyle kazanmak, sert mizaca sahip olmak, şan ve şeref peşinden koşmak, sadece yaşadığı anı değil geleceği de planlamak, halkından kopuk olmamak iyi bir hükümdarın özellikleri arasındadır (Kızılçelik, 2014: 175).

         Louis Althusser ise, devleti ideolojik aygıtlar ve baskı aygıtları olmak üzere ikiye ayırmıştır. Maddi varoluşa sahip olan devletin ideolojik aygıtını, din, eğitim, aile, haberleşme, kültürel, sendikal ve siyasal kuruluşlar oluştururken; devletin baskı aygıtını ise, hükümet, ordu, polis, mahkemeler ve hapishaneler oluşturmaktadır (Althusser, 2019: 50-51). DBA zora dayalı bir işleyişe sahipken; DİA ideolojiye dayalıdır. DBA bütünleşmiş, görünür bir şekilde işlerken; DİA daha özerk ve daha derin bir işleyişe sahiptir.

       T. Hobbes ve F. Nietzsche ise devleti teşbih ederken, Hobbes “Leviathan”a (Hobbes, 2007: 537),  Nietzsche ise, bir put olarak “siyasi canavara veya soğuk canavara” (Nietzsche, 2011: 66) benzetmiştir.

1.4.Siyaset ve Propaganda

       Siyaset, sosyal bir faaliyettir. Toplumsal hareketler gibi siyasi partiler de modern bir toplumsal olaydır (Bottomore, 1987: 27). Dolayısıyla siyaset, kitap, broşür ve manifestolarda yazı, duvar ve panolarda resim, toplantılarda söz, açık hava toplantılarında haykırış, gösteri ve yürüyüşlerde şarkı şeklinde dil aracılığıyla açığa çıkar (Heywood, 2015: 2).
Siyasi anlamda dil, bir propaganda aracıdır. Propaganda terimi, 18.yüzyılın sonuna kadar papalık tarafından dinin yayılması için kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır.
Lakin 1789 Fransız İhtilalinden sonra kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte siyasette de kullanılan bir araç olarak kullanılmaya devam etmiştir (Tatar, 1997, 75). Propagandanın amacı, kamuoyunu harekete geçirmektir. Propaganda kamuoyunu ve toplumun güdümünü etkilemek için yapılan sosyal bir harekettir. Propaganda bir reklam platformuna benzer.
Reklam da fikirlere, inançlara ve değerlere vurgu yaparak onları etkilemeye çalışır.
Lakin reklam, ticari bir amaç güderken propaganda siyasal bir oluşumdur (Dâver, 1969: 282). Propaganda günümüzde çok önemli bir konuma sahiptir. Öyle bir haldir ki Faşizm ve Komünizm gibi hareketlerin temel dayanağı olmuştur (Dâver, 1969: 283). Gerek Lenin gerekse Hitler yapmış oldukları propaganda sayesinde nam kazanmışlardır. Mesela Hitler, “propaganda sayesinde iktidara geldik, propaganda sayesinde dünyayı fethedeceğiz” Lenin ise, “önemli olanın halk tabakalarını tahrik etmek ve propaganda yapmaktır” gibi söylemlerle siyasal propagandanın önemine vurgu yapmışlardır (Dâver, 1969: 283).

       Dil siyasetçiler tarafından günümüzde yönlendirme ve kafaları karıştırma amacı taşımaktadır. Adeta dil, siyasetçi için bir “siyasi silah”tır. Devletler kendi ‘nükleer caydırıcılık’larını meşrulaştırırken, diğer devletleri ‘kitle imha silahları’na sahip olmakla suçlarlar (Heywood, 2015: 2).  Öyle ki bazen siyasetçi bir propagandayı gerçekleştirirken adeta kelime oyunu sergileyerek sanatsal bir görünüm kazandırır. Bunun en açık örneğini George Orwell’da görebiliriz. “Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür” (Orwell, 2011: 22).

      Siyasal propaganda ırka dair de hitaplarda bulunabilir. Mesela Nazilerin istismar ettikleri unsur özellikle, büyüklük, azamet, erkeklik duygusu ve gururudur. Bu büyüklük duygusunu uyandıracak her şey kitlelere durmadan tekrarlanır. Gamalı Haç, Nazi usulü selam, Führerin resimleri gibi semboller başlı başına birer kışkırtma unsurudurlar (Dâver, 1969: 284).

      Propagandanın iki türü vardır. Bunlardan biri kişisel propaganda, diğeri ise kütlesel dediğimiz propagandadır. Kişisel propaganda, tek tek konuşmak, tartışmak ve kapı kapı dolaşmak şeklinde kendisini gösterirken; kütlesel propaganda, resim, söz, yazı, gazete, broşür vb. gibi araçlar sayesinde gerçekleşir (Dâver, 1969: 286).

2. Siyasi Katılma

       Siyasal katılma kavramı üzerinde belirli bir tanım yoktur. Farklı şekillerde tanımlanan oldukça kapsamlı bir kavramdır. En genel anlamıyla siyasi katılım, kişilerin ne kadar siyasetle ilgili olduklarını ve onların ne düzeyde katılım gösterdiklerini ele alan meselelerdir. Siyasi katılmanın merkez noktasında birey vardır. Bir eylemin siyasal katılım olarak değerlendirilmesi için öncelikle onun siyasal topluluk üyesi olan birey tarafından tasarlanmış bir eylem olması gerekir (Tatar, 1997: 96). Siyasal katılma, vatandaşların siyasal sistem karşısındaki durumunu, tutumunu ve davranışları gösteren bir kavramdır (Dâver, 1969: 203). Vatandaşların siyasal sisteme olan tutumları ve davranışları çeşitlilik gösterir. İnsanlar genellikle siyasal sistemi olduğu gibi varsayar ve davranışlarını ise ona göre belirlemeye çalışır. Bir başka deyişle, insanların bir kısmı siyasal sistemle yakından ilgilenir ve ona faal olarak katılırlar (bunlara siyasal anlamda aktif vatandaşlar denir); bazılarının ise siyasal sisteme karşı ilgileri azdır. Bunlar siyasal sisteme pek az katılırlar (bunlara siyasal anlamda pasif vatandaşlar denir). Siyasal sistemle hiç ilgilenmeyen, siyasal faaliyetlere katılmayan bir grup vatandaşlar ise bunlara apatetik yahut parokial (hareketsiz vatandaşlar) denir (Dâver, 1969: 203). Geniş anlamıyla siyasî katılım tanımları, davranışın yanında tutumları da içermektedir. Bu çerçevede, siyasî katılım vatandaşların siyasî sistem karşısındaki durumlarını, tutumlarını ve davranışlarını gösteren bir kavram olarak tanımlanabilmektedir (Tatar, 1997: 97). Siyasal katılma da, sosyal katılma gibi, birikimseldir. Yani bir siyasal faaliyete katılan kişilerin normal olarak, başka siyasal faaliyetlere de giriştiği görülmektedir (Dâver, 1969: 213). Sosyal faaliyetlerde bulunan kişiler siyasal katılıma daha aktif olurken, sosyal faaliyetlerden kaçınan kişiler ise daha pasif bir görüntü çizmektedirler. Bir nevi siyasi katılım kişilerin ilgi, bilgi ve tutumlarının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasi katılma rejimlerde farklılık göstermektedir. Demokratik rejimlerde fertler istedikleri partiye katılım göstermekte ve oy vermekte serbest davranırken, otoriter rejimlerde bu söz konusu değildir. Siyasi katılım, açık ve gizli şekilde yürütülebilir. Herkesin önünde yapılan faaliyetler açık katılım örneği olurken, kendi dar çevresi içinde (aile, dost, akraba) düşüncelerini ifade etmek gizli faaliyetler arasında görülebilir. Yine siyasi katılım kişinin kendi hür iradesiyle gerçekleşebileceği gibi itaatkâr bir görüntü dâhilinde de olabilir. Keza siyasi katılım, araçsal-açıklayıcı, sözlü-sözsüz olarak da belirginleşebilmektedir (Tatar, 1997: 98-99). Siyasi katılım bazı saikler doğrultusunda gerçekleşebilir. Bunlar, kişisel bağlılık, dayanışma, çıkar ve vatandaşlık duygusu saikleridir (Tatar, 1997: 100). Siyasî katılım, bireyin ve toplumun geçmişiyle alâkalıdır. Toplumun, süreç içerisinde yaşamış olduğu önemli olaylar, skandallar, başarılar vs. bireyin geçmişten getirdiği bilgi ve tecrübeleriyle birleştiğinde, kişinin bu gününü oluşturmaktadır (Tatar, 1997: 101). Siyasi katılım kendisini demokrasi ile apaçık bir şekilde göstermeyi başarmıştır. Bir başka ifadeyle siyasi katılım, demokrasinin en temel yapı taşıdır.

2.2. Siyasi Katılımın Gözdesi Olarak Demokrasi

     İnsanlar topluluk halinde yaşamaya başlamalarından bu yana yönetimle ilgili daha iyi usuller geliştirmeye çaba sarf etmiş ve daha iyi bir hayatı konforlu kılacak ilkeler üzerinde yoğunlaşma göstermiştir. Dolayısıyla demokrasi, insanın ideal bir yönetim arayışının sonucu olarak ortaya çıkan siyasal bir rejimdir. Her devletin kendine özgü toplumsal özellikleri mevcuttur. Yaşanılan coğrafyanın nüfus dağılımından, kültürel boyutlarına kadar bütün sosyal faktörler o bölge insanın nasıl yönetilmesi gerektiği hakkında, hangi tür rejime yakın olduğu konusunda bilgiler verebilmektedir.

      Demokrasi teriminin kökleri Antik Yunan’a kadar götürülebilir. Dolayısıyla demokrasi, şehir devletleriyle ortaya çıkmıştır. Mesela otokrasi, aristokrasi ve bürokrasi gibi “krasi”yle biten diğer kelimeler gibi demokrasi de iktidar veya yönetim anlamına gelen Yunanca kratos kelimesinden gelir (Heywood, 2014: 102).  Bu bağlamda demokrasi “demos tarafından yönetim” yani eski Yunanca fakirler/çoğunluklar, halk anlamına gelmektedir. Önceleri demokrasi sözcüğü, halkın yönetimi olarak anlaşılmaktaydı. Lakin bu anlayışın büyük bir evren için uygulanamaz oluşu siyasî katılım meselesini ortaya çıkarmıştır. Halkın, yönetime nasıl daha fazla katılabileceği, bir demokrasi meselesi olarak ortaya konmuştur (Tatar, 1997: 101-102). Modern kullanımın aksine, ilk ortaya çıktığı zamanlarda demokrasi sözcüğü, mülk sahibi olmayan eğitimsiz yığınların yönetimi anlamında negatif veya aşağılayıcı çağrışımlara sahip bir kavramdı (Heywood, 2015: 272). Demokrasi kavramının birbirinden farklı tanımlarla izah edilmeye çalışılmasına rağmen, yaklaşımların hepsinde ortak yön, siyasî katılımı en etkin şekilde sağlanmasının demokrasinin temel şartı olmasıdır. Günümüzde siyasî katılım, demokrasinin yerleşmesinin kriterlerinden biri olarak düşünülmekte, demokrasilerin yeterli derecede işleyip işlemediği siyasî katılımın derecesi ve vasıtaları ile ölçülmektedir. (Tatar, 1997: 103-104). Demokrasi geleneğinin kökleri Antik Yunan’a kadar uzansa da demokrasi meselesi 19. yüzyıla kadar siyaset düşünürleri tarafından genişçe ele alınmamıştır. O tarihe kadar demokrasi, genelde cahil ve aydınlanmamış yığınların yönetimi kabul edilerek reddedilmiştir (Heywood, 2015: 273). Abraham Lincoln demokrasiyi, “halkın, halk tarafından halk için yönetimi” şeklinde tanımlamıştır (Heywood, 2014: 102). Dolayısıyla bu tanımdan da anlaşıldığı üzere siyasi eşitliği merkezine alan demokrasi, “halk tarafından yönetim” üzerine temellenmiştir. Demokrasi halkın yönetimidir, merkezinde bizatihi ‘halk’ vardır (Tatar, 2008: 45).

     Demokrasinin iki boyutu vardır: Doğrudan demokrasi, temsili demokrasi. Doğrudan demokraside aracı yoktur. Siyasi kararlar halkın bizatihi katılımıyla gerçekleşir. Atina demokrasisi modelinden kaynaklanan doğrudan demokrasi modeli, 19. yüzyıl sonuna kadar devam etmiştir. Doğrudan demokrasi örneğinde halk katılımı, referandumlar, kitle gösterileri veya hatta interaktif televizyon gibi aygıtlar aracılığıyla, karar verme sürecine doğrudan ve daimî katılımı gerektirir. Alternatif ve daha genel bir demokratik katılım şekli ise, çoğunlukla temsilî demokrasi olarak adlandırılan şeyin de temel özelliğini teşkil eden oy vermedir. Vatandaşlar oy verdiklerinde, kendi hayatlarını belirleyen kararları almaktan çok, kendileri adına bu kararları alacak olan kişileri seçmektedirler (Heywood, 2014: 104). Dolaylı yani temsili demokrasi modeli ise, seçimler vasıtasıyla belirlenen temsilciler aracılığıyla işler. Kısaca temsili demokrasinin temel aracı seçimdir. Milli egemenlik üzerine inşa edilen temsili demokrasi, halkın yönetime katılmanın birkaç yılda bir oy verme ile sınırlandırılmış bir modeldir (Heywood, 2014: 105). Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi, “devlet ve milletin mukadderatında milli irade etken ve hâkimdir” (2015: 62). Atatürk, diğer eserlerinde ise, “milli irade ve egemenlik, milletin birlik halindeki ortak kişiliğine aittir, birdir, bölünemez, ayrılamaz ve başkasına verilemez” (Atatürk, 2010: 59), milli irade, “yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün millet bireylerinin arzularının, emellerinin toplamından ibarettir” (Atatürk, 1997: 66) şeklinde milli iradenin yani demokrasinin öneminden bahsetmiştir.

      Demokrasi, özellikle kentleşme, modernleşme ve sanayileşmeyle birlikte ulusal anlamda yayılma göstermiş ve küreselleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kaygan ve karmaşık bir kavram olan küreselleşme, kimi zaman iç içe geçmiş, kimi zaman ise çelişen süreçlerin bir kompleksidir (Canbay Tatar, 2018: 125-126). Küreselleşmeyle mesafeler daralmış, böylece dünya küçük bir yer haline gelerek McLuhan’ın deyimiyle “küresel köy” olmaktan kaçamamıştır. Artık dünyanın herhangi bir yerinde bulunan bir şey diğer coğrafyalara da oldukça kısa sürede ulaşabilmektedir. Dolayısıyla küreselleşmenin özellikleri arasında yer alan “homojen kişilik yaratma” ilkesi, gerek zorla gerekse isteğe bağlı bir şekilde küreselleşmenin amacına uygun bir çizgi çizmektedir. Rousseau’nun insan hür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur(Rousseau, 2016: 12) cümlesi küreselleşmenin kehanetinin bir kanıtı olarak görülebilir.  Avrupa menşeili olan küreselleşme, modern dünyada homojen bir kültür oluşturma çabasıdır. Küreselleşmeyle insanlar gittikçe daha çok birbirine benzeyecek, aynı yemeği ve aynı içeceği içecek, aynı TV programları seyredecekler. Böylece artık dünya bir kitle kültürü haline gelmiştir (Tatar, 2018: 94-95). Dolayısıyla demokrasi küresel bir ortamda gelişme kat etmiştir. Bazen demokrasi, işgale araç olarak kullanılabilmektedir. Batılı toplumların Batı dışı toplumlar üzerine gerek apaçık ihtilal ve işgal hareketleriyle gerekse sözde “demokrasi götürüyoruz” söylemleriyle bir takım postmodern sömürgecilik anlayışıyla demokrasi teriminin kötüye kullanıldığı görülebilmektedir. Her ne kadar bu durumu (az da olsa) kabullenmeyenler olsa da bu mücadelenin galibi genellikle küresel devletler olmaktadır. Dolayısıyla yenidünya düzeni, dünyada barış ve demokrasiyi egemen kılma, sömürü düzenini sona erdirme teşebbüsü değil; Batılı toplumların huzur ve güvenliğini sağlama alma girişimidir (Kaçmazoğlu, 2020: 174). Demokrasinin önem kazanmasında bir diğer faktör ise endüstri devrimi ve onun sonucudur. Endüstri devrimini tanımlayacak olursak; endüstri, birçok iktisadi ve toplumsal devrimlerle yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Baykan Sezer’in ifadesiyle, Avrupa’nın endüstri devrimiyle sağladığı üstünlüğü yalnızca kendi sınırları içinde kapalı bir zenginleşme olayı olarak sürdürmemesi, kendi düzeni içinde dünyanın öbür bölgelerinin Batı’ya boyun eğmelerini sağlamaya zorlamıştır (Sezer, 2018: 47-49).     

       Bu tanımlamalardan sonra bazı sosyal teorisyenlerin kısa bir demokrasi hakkında ne dediklerine değinmekte yarar vardır; Klasik demokrasi anlayışını tenkit eden Schumpeter, demokrasiyi, “kişilerin politik kararlara varmak üzere halkın oyu için rekabetli bir mücadele sonucu karar almak iktidarını kazandıkları bir müessese sistemi olarak tanımlamıştır (Tatar, 1997: 103). Tocqueville ise demokrasiyi asla karşı konulmaz Tanrı yazgısı olarak ifade etmiş, demokrasinin bireyin davranışlarını eşit kılan bir siyasal sistem olarak tanımlamıştır (Kızılçelik, 2016: 260-262). Karl Marx’a göre demokrasi, ticari ve endüstriyel kapitalizmin gelişim süreci içinde oluşan yeni bir burjuvazi sınıfın yönetimidir. Marx’a göre, demokrasi tüm olanaklarını ortaya koymuş olmaktan uzak tarihsel bir fenomendir; daha fazla gelişmesinin başlıca etkeni de işçi sınıfı hareketidir  (Bottomore, 1987: 11). Marx’a göre modern devlette yönetim şekli ne olursa olsun kapitalist bir makinedir (Kızılçelik, 2013: 182). Wright Mills de burjuvaziye vurgu yaprak, Amerika özelinde “Amerika’yı kimler yönetiyor?” şeklinde bir soru üzerine tanımlama yapmış ve kendi başına bir yönetimin olmadığını, “iktidar seçkinleri” denen yönetici grubunun olduğunu vurgulamıştır (Kızılçelik, 2018: 95). Diğer bir sosyal teorisyenimiz olan Montesquieu, siyasette yönetim şekilleri üzerinde durmuştur. Ona göre üç tür yönetim biçimi vardır: Cumhuriyet, saltanat ve istibdat. Cumhuriyet yönetimi, milletin tümünü ya da bir parçasını elinde bulunduran yönetim şekli; saltanat ile yönetim, bir kişinin sabit kanunlarla yönetim şekli; istibdat ise, bir kişinin hiçbir kanun ve yasaya bağlı olmadan kendi keyfi istek ve hevesine göre yönetim şekli olmak üzere tanımlamıştır (Montesquieu, 2011: 73-74). Cumhuriyette, yetkinin milletin elinde bulunmasına demokrasi denir (Kızılçelik, 2014: 254). Montesquieu, yönetim tarzları içerisinde en fazla demokrasiye önem vermiştir. Demokrasi halkın genel egemenliğidir, eşitliğe dayanır ve temel ilkesi ise, erdemdir (Kızılçelik, 2014: 258). Dolayısıyla demokratik yönetimde yurttaşların erdemli olmaları gerekir (Cevizci, 2018: 659). Montesquieu’ya göre demokrasiyi iki şey tahrip eder: Eşitsizlik ruhu ve aşırı eşitlik ruhu. Bunlardan eşitsizlik ruhu, yurttaşlar artık kendi çıkarlarını ülkelerinin çıkarlarıyla özdeşleştiremedikleri ve dolayısıyla, diğer yurttaşların çıkarlarını bir tarafa bırakarak, kendi çıkarlarını öne çıkarmaya ve başkaları üzerinde politik güç elde etmeye kalkıştıkları zaman ortaya çıkar. Aşırı eşitlik ruhu ise insanlar yurttaşlar olarak eşit olmakla yetinmeyip, her bakımdan eşit olmayı istedikleri zaman söz konusu olur (Cevizci, 2018: 660).

2.3. Siyasi Katılımın Göstergeleri

      Demokrasilerde siyasi katılım tek merkezli değil çok merkezli bir kaynaktan gerçekleşmektedir. Demokrasilerde hükümetler, partiler, sendikalar, iş çevreleri, kamuoyuna karşı hassastırlar ve tutumlarını siyasi katılımın tepkisine göre ayarlamaktadırlar (Dâver, 1969: 254). Siyasi katılım farklı şekillerde gerçekleşebilmektedir. Kişi genellikle siyasi katılıma şu nedenlerle başvurabilir: Çıkarlarını korumak için, itibar sağlamak için, sosyal dayanışma için, dünyayı anlamak için, yabancılaşmak istemediği için vb. (Yücekök, 1987: 28).

      Belli başlı göstergelere değinecek olursak; katılmanın unsurları arasında siyasi temsilcilerle temas sıklığının olduğunu görebiliriz. Özellikle yüksek statüye sahip kişiler ulusal düzeydeki temsilcilerle rahatça ilişki kurabilmektedir. Kişiler yine seçim propagandası yaparak da siyasi katılım gösterebilirler. Keza toplum ve dünya sorunlarını izleyerek, siyasi tartışmalara katılarak, üyesi olduğu partiye aidat ödeyerek de siyasi katılım gerçekleştirebilmektedir (Yücekök, 1987: 29-30).

2.4. Siyasi Katılımın Boyutları

2.4.1.Aktif-Pasif Tutumlar: Siyasete faal olarak katılanların yanı sıra az ilgi göstererek pasif davrananlar da bulunabilir. Bir bakıma, kişiler siyasal sisteme karşı çıkmamakla mevcut düzeni kabul etmiş ve onu pasif şekilde desteklemiş olurlar. Siyasal katılma yönünden üç tip şeklinde görülebilir: Katılanlar, uyanlar (itaat edenler) ve parokialler (hareketsizler, durgunlar). Aktif kişiler ya düzenden yana olurlar ve onu bütün güçleriyle desteklerler, ya da düzene karşı çıkarlar. Askere gitmemek, vergi ödememek vb. gibi tutum ve davranışlarıyla siyasal sisteme karşı muhalefetlerini canlı bir şekilde açıklarlar. Pasif kişiler, kanunlara itaat eden, vergi ödeyen, askere giden, fakat bunun dışında siyasal sistem ve sorunlarla ilgisi az olan kimselerdir. Hareketsizlik ise oy vermemek, siyasal toplantılara ve gösterilere hiç katılmamak vb. şekillerde belirir. Sözlü tutum ve davranışlar, konuşarak tutum ve davranışı belli etmektir. Buna karşılık, mitinglerde sadece bulunmak, propaganda broşürleri göndermek sözlü olmayan hareketlerdir (Dâver, 1969: 206-208).

2.4.2.Açık-Kapalı Davranışlar: Açık tutumlar aleni bir şekilde kendisini belli eden davranışlardır. Gazetelere ve dergilere yazı yazmak, konferanslar düzenlemek, TV programlarında söyleşilere katılmak, radyoda canlı yayına katılmak gibi davranışlar açık davranışlara örnek olurken, aile toplantılarında, özel toplantılarda yer almak ise kapalı davranış şekilleri olarak karşımıza çıkabilmektedir (Dâver, 1969: 206).

2.4.3.Özerk ve İstek Üzerine Davranışlar: Bazı siyasal davranışlar özerktir. Yani hareketi yapan, kendiliğinden, isteyerek, açık bir taleple karşılaşmadan bu hareketleri yapar. Bu eylemin masrafı fazla, sosyal mükâfatı azdır. Buna karşılık bir istek (talep) üzerine yapılan hareketlerin maliyeti az, sosyal mükâfatı yüksektir (Dâver, 1969: 207).

2.4.4.Geçici ve Devamlı Tutum ve Davranışlar: Siyasal katılma bazı hallerde geçicidir. Bazen ise devamlılık gösterir ve uzun süre devam eder. Sosyal mükâfat devamlılık halinde daha fazladır (Dâver, 1969: 207).

2.5. Siyasi Katılımlarda Bulunurken Tutum ve Davranışlara Etki Eden Kaynaklar:

       Değerler, insan davranışlarını belirleyen ve davranışların düzenini sağlayan toplumun oluşturduğu ölçü ve kriterler sistemidir (Ersoy, 2015: 71). Kişilerin siyasi katılıma girişmesi için iki şey gereklidir. Bunlar: Harekete geçmeye karar vermek ve Hareketin yönünü belirtmek. Örneğin bir seçim yaklaşırken, oy vermeli mi, vermemeli mi diye düşünülür ve ona göre bir karara varılır. Daha sonra ise cevap verilmekten yana ise hangi partiye oy vermenin uygun olacağı konusunda bir mutabakat sağlanır. Lakin kararlar her zaman bu sırayı izlemez. Bazen bir adayı, partiyi tuttuğumuz, kazanmasını istediğimiz için seçime katılmaya karar veririz. Ayrıca siyasal katılmada, bazı hallerde, üçüncü bir karara daha ihtiyaç vardır. Bu da katılmanın şiddeti ve devamlılığı konusundaki karardır, yani bir partiyi ya da adayı destekleme az kuvvetli, geçici veya devamlı olabilir (Dâver, 1969: 205).

      Siyasi katılmayı etkileyen faktörler arasında kişinin yaşı, bulunduğu bölgenin demografik yapısı, kültürü, aile yapısı, cinsiyeti, toplumsal statüsü ve eğitim düzeyi de yer almaktadır. Bunların bir kısmına kısaca değinirsek;

2.5.1.Psikolojik Etkenler: İnsan, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bir varlıktır. Dolayısıyla ferdi sosyal çevresinden ayrı olarak düşünmek mümkün olmamakla birlikte, ferdin davranışlarına etki eden bir dizi psikolojik faktörler mevcuttur. Kişi psikolojik baskı altında seçimini yapar ve davranışta bulunur. Bu baskılar, korku, bencillik, otoriterlik, saldırganlık olarak belirtilmektedir. Dolayısıyla psikolojik faktörler sosyal davranışları belirler. Bazı psikolojik etkenler siyasi katılımı arttırıcı yöneliktedir. Örneğin; etkinlik duygusu, empati, vatandaşlık duygusu ve sosyal girişkenlik duygusu bunların bir kaçıdır (Tatar, 1997: 111-113).

2.5.2.Siyasal Etkenler: Siyasal katılımı etkileyen siyasî faktörler, parti programlarının ve adaylarının genel olarak çekici olup olmadıklarına, politikacılar arasındaki iktidar yarışına, her bir vatandaşın kamu felsefesine ve hükûmet müesseselerinin oy verme eğilimini özendirip özendirmediğine bağlıdırlar. Seçim sistemi tarih boyunca oy verme davranışında birtakım sınırlandırmalar getirmiştir. Oy hakkının genişletilmesi bazı sosyal grupların siyasî ve iktisadî ayrıcalıklarını tehlikeye düşüreceğinden uzun süre engellenmiştir. Bu husustaki kısıtlamalar servete, cinsiyete, fikrî yeteneğe, eğitime, ırk ayrımına vb. gibilerine bağlı olarak yapılmıştır (Tatar, 1997: 115). Her şeyden önce etkili bir katılım için, birbirleriyle mücadele eden siyasî partilerin varlığına ihtiyaç vardır ve bu çerçevede siyasî partilerin seçim dönemlerinde düzenlemiş oldukları kampanya faaliyetleri, kısa dönemlerin haricinde uzun bir süreci kapsayan siyasî toplantılar, mitingler, parti üyeliğini arttırma çabaları gibi faaliyetler katılımı arttırmaktadır (Tatar, 1997: 117).

2.5.3.Sosyal Etkenler: Sosyal etkenleri kendi içerisinde alt başlıklara ayırabiliriz. Bunlar;

2.5.3.1.Aile: Aile toplumun en küçük birimi olarak kabul edilse de oldukça önemli bir kurumdur. Aile aslında bir bilgi sistemidir. Kişiye yaşadığı toplum hakkında bilgiler verir. Zaten kişinin ilk sosyalleşme serüveni aileden başlar. Aile fertleri vasıtasıyla, çocuklara sosyal çevreye uyum sağlamayı kolaylaştırmak, bulunduğu toplumun dilini ve kültürünü öğretmek gibi pek çok fonksiyonu aile ortamında yerine getirilir. Böylece çocuğun konsensüse uyarak ileride daha özverili olmasına olanak sağlar. Bu bağlamda fert, içinde yaşadığı grubun lisanını konuşmakta, onlar gibi düşünüp onlar gibi karar vermektedir. Kişinin dünya, yurt, toplumsal düzen ve bunlarla ilgili olaylar hakkında edindiği fikirlerin, kanaatlerin temel kaynağı ailedir. Birçok değer yargılarımızın kökünde ailenin etkileri görülür (Dâver, 1969: 259). Ailenin siyasî konularla ilgilenmesi çocukta da benzer ilgi ve katılım isteği doğurmaktadır (Tatar, 1997:122). Aileden kazanılan davranışlar kolay silinmez. ABD’de yapılan araştırmalar aile mensuplarından %75’inin seçimlerde ailenin kullandığı yönde oy verdiğini göstermektedir (Dâver, 1969: 259).

2.5.3.2.Yaş: Her yaş grubu farklı derecelerde siyasi katılım gösterir. Bunların arkasında yatan temel etken kişilerin hayat tarzları ve tecrübeleridir. Bu bazen yetişme döneminde edinilen önemli deneyimlerin, bütün bir yaş grubunun siyasî görüşünü belirlemesi şeklinde olurken, bazen de yetişme, olgunluk ve yaşlılık çağlarının tipik sosyal tecrübe kalıpları arasındaki farklar olarak görülmektedir (Tatar, 1997: 123). Yapılan araştırmalara göre kişinin siyasi ilgisi 40-50 yaşlardan sonra azalma göstermektedir. Başka bir ifadeyle, gençlik yıllarında kişiler siyasete daha fazla ilgi göstermektedir.

2.5.3.3.Eğitim: Özellikle çocukluk ve gençlik dönemlerinde okulda edinilen bilgiler, fikirler, kanaatler insan üzerinde uzun süre etkili olur. Okul çağı fikirlerin oluşumunda daha köklü bir izler bırakır (Dâver, 1969: 259). Ayrıca, eğitim kişide vatandaşlık duygusunu kazandırmakta, siyasî katılıma doğrudan doğruya etkide bulunabilmektedir (Tatar, 1997: 144).

2.5.3.4.Meslek ve Gelir: Oy verme davranışı üzerinde iktisadi faktörün etkisi büyüktür. Ayrıca gelirin kullanış şekli ve hayat tarzı bunu belirleme de önemli bir konumdadır. Meslekleri gereği insanlar, belirli gruplarla temasta bulunurlar, bazı davranış kalıpları geliştirirler, baskı veya menfaat gruplarına mensup olurlar, herhangi bir mesleğe sahip olmak için belirli kültürel faaliyetlerde bulunur veya eğitim sürecinden geçerler. Dolayısıyla, mesleklerin bütün bu özellikleri dikkate alındığında görülür ki, bazı meslekler siyasî hayatın daha fazla içinde bulunurlar (Tatar, 1997: 138). Günümüz toplumlarında doktorların, işçilerin, girişim sahiplerinin ve bankaların politikada etkili olduklarını ve meslek yararına bir takım kanaatleri savundukları bilinmektedir. Bütün bunlar siyasi katılımın oluşumuna yardım ederler (Dâver, 1969: 259).

2.5.3.5. Kitle İletişim Araçları: Sanayileşmenin ve küreselleşmenin etkisiyle büyük toplumsal dönüşümler yaşanmıştır. Tarımda emek gücünün yerini makinelerin almasıyla büyük şehirlere göçler artmıştır. Bilim ve teknolojideki buluşlarla birlikte, devletlerin yönetim şekillerinde bile değişmeler meydana gelmiş, demokrasi etkili olmaya başlamıştır. Dolayısıyla küreselleşme ve modernleşme ile birlikte toplumsal, düşünsel, siyasal vb. alanlarda köklü değişmeler yaşanmıştır. Kitle iletişim araçları; televizyon, sinema, radyo, gazete, dergi, kitap gibi görsel, yazılı ve işitsel araçlardır. Teknoloji kültürün maddi yönünü oluşturan insani bir faaliyettir. Dolayısıyla internet denilen bir olgu toplumsal yaşama girmiştir.  Bu internet akademik kullanım olarak öğrenme ve araştırma amaçlı bir kullanıma sahip iken zamanla bireylerin hayatlarının önemli bir parçası haline gelmiştir (Karaoğlan, 2019: 16). Bu araçlar kişileri etkilemekte ve yönlendirmektedir. Mesela bu araçların toplumu siyasal etkilerden haberdar ederek demokrasiye geçilmesinde önemli bir rolü vardır. Ayrıca teknoloji alanındaki ilerleme, kamuoyu oluşturma ve davranışlarda değişikliklere sebebiyet veren unsurdur. Kitle iletişim araçlarının insan yaşamına girmesiyle dünya adeta küçülmüş, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen siyasal, sosyal, kültürel ve bilimsel gelişmeler karşısında insanlar anında haberdar olabilmektedir. Sonuç olarak, kitle iletişim araçları siyasal katılımın oluşumunda oldukça etkilidir (Dâver, 1969: 260).

SONUÇ:

     McLuhan’ın deyimiyle “küresel köy” haline gelen günümüz dünyası, küreselleşmenin dayatmaları sonucu heterojen farklılıkların homojenleştiği bir yer haline gelmiştir.
Artık dünyanın neresinde olursa olsun insanlar çoğu zaman benzer hareketlerde bulunmakta, benzer tavırlar sergilemektedir. Dolayısıyla küreselleşmenin özellikleri arasında yer alan “homojen kişilik yaratma” ilkesi, gerek zorla gerekse kişisel isteğe bağlı bir şekilde küreselleşmenin amacına uygun bir çizgi çizmeye devam etmektedir. Batılı toplumların Batı dışı toplumlara gerek apaçık ihtilal ve işgal hareketleriyle gerekse sözde “demokrasi götürüyoruz” söylemleriyle bir takım post-modern sömürgecilik anlayışıyla toplumları benzer hale getirme girişimleri olduğu görülebilmektedir. Her ne kadar bu durumu (azda olsa) kabullenmeyenler olsa da bu mücadelenin galibi genellikle küresel devletler olmaktadır.  Dolayısıyla bu toplumsal hareketler ile birlikte küresel bir siyaset anlayışı da günümüz yüzyılında hâkimiyetini sağlamaktadır.

      Toplum incelenmesi gereken karmaşık bir nesnedir. Gruplar halinde yaşayan insan da kendi değer ve tutumlarının öncüllüğüyle birlikte bir takım sosyal ilişkiler ağı oluşturur. Toplumu tanımlamak ve onu anlamak için insanın bu ilişkiler ağını gerçekleştirmesinin temel dayanağı olan değer ve tutumlarını da anlamak gerekir. Dolayısıyla demokratik ülkelerde fazla olarak kendisini gösteren siyasi katılım örnekleri de bunun bir göstergesidir. Kişilerin (özelde toplumun) ne düzeyde, hangi koşullarda siyasi katılım gerçekleştirdiğini araştırmanın zor bir süreç olması siyasi katılımı yönlendiren değerlerin anlaşılmasından geçer. Bilgi, değer, tutum ve davranış diye tanımladığımız olgular toplumsal bağlam içerisinde oluşur. Dolayısıyla aslında saymış olduğumuz bu özellikler bir birikim sistemidir. Bunlar göz ardı edilirse, toplumları ve içinde bulundukları süreçleri anlamak o kadar zorlaşacaktır. Siyasi katılımı belirleyen birden fazla faktör bulunmaktadır. Aile, yaş, mesleki statü, gelir durumu, eğitim durumu, din, kültür, irsiyet gibi kişinin doğuştan gelen özellikleri bunlardan bazılarıdır. Bunların hepsi de belirli bir düzeyde insanın tutum ve davranışlarını belirlediği gibi siyasal katılımını da etkileyen temel mekanizmalardır.

      Siyaset sadece bir takım icraatlar bütününden ibaret değildir. Aslında siyaset gelenekten beslenen bir bilgi sistemidir. Bulunduğu toplumun değerini, inancını, kültürünü içinde barındırır. Toplumu yöneten kişiye bunlar öncülük eder. Bunu Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e vermiş olduğu öğüt ile açıklayacak olursak; “Bilgisiz kılıç tıpkı ham armut gibidir. Kişinin gücü günün birinde tükenir, lakin bilgi yaşar. Bilginin ışığı kapalı gözlerden bile içeri sızarak aydınlığa kavuşturur. Toplumu yöneten de işte bu irfandır. Hayvan ölür semeri kalır; insan ölür eseri kalır.”

      Sonuç olarak hem siyasetin özelliklerine ve bazı sosyal teorisyenlerin görüşlerine hem de siyasi katılımın temel mekanizmaları olan değer ve tutumlara değinerek iki başlık altında ele aldığımız çalışmamızı burada sonlandırmak isteriz.

KAYNAKÇA

ALTHUSSER, Louis (2019): İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (Çev: A. Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul.

ATATÜRK, Mustafa Kemal (1997): Din ve Laiklik Üzerine, (Der: D. Perinçek) Kaynak Yayınları, 2. Baskı, Ankara.

ATATÜRK, Mustafa Kemal (2015): Nutuk, Kaynak Yayınları, Ankara.

ATATÜRK, Mustafa Kemal (2010): Medeni Bilgiler: Türk Milletinin El Kitabı, (Der: A. İnan) Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

BOTTOMORE, Tom (1987): Siyaset Sosyolojisi, (Çev: E. Mutlu), Teori Yayınları, Ankara.

BOZKURT, Veysel (2015) : Değişen Dünyada Sosyoloji, Ekin Yayınevi, 12.Baskı, Bursa.

CANBAY TATAR, Hüsniye (2018): Postnişin Mücadelesi: Değişen Dünyada Din, Phoenix Yayınevi, Ankara.

CEVİZCİ, Ahmet (2018): Felsefe Tarihi: Thales’ten Baudrillard’a, Say Yayıncılık, 8.Baskı, İstanbul.

DÂVER, Bülent (1969) : Siyaset Bilimine Giriş, Doğan Yayınları, Ankara.

DUVARGER, Maurice (1975): Siyaset Sosyolojisi, (Çev: Ş. Tekeli), Varlık Yayınları, İstanbul.

ERSOY, Ersan (2015): Değer Farklılaşmalarının Sosyolojik Boyutu, Kum Saati Yayıncılık, İzmir.

GÜRKAN, Ülker (2017): Hukuk Sosyolojisine Giriş, Siyasal Kitabevi, 9.Baskı, Ankara.

HEYWOOD, Andrew (2014): Siyaset, (Çev: B.B. İpek – B. Şahin), Adres Yayınları, 14.Baskı, Ankara.

HEYWOOD, Andrew (2015): Siyaset Teorisine Giriş, (Çev: H.M. Köse), Küre Yayınları, 6.Baskı, İstanbul.

HOBBES, Thomas (2007): Leviathan, (Çev: S. Lim) Yapı Kredi Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.

KAYA, Yaşar (2003): Sosyal ve Kültürel Değişme, Turan Yayıncılık, İstanbul.

KAÇMAZOĞLU, H. Bayram (2020): Türk Sosyolojisinde Temalar 3: Doğu – Batı Çatışması, Doğu Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul.

KARAOĞLAN, Muhammed Uğur (2019): “Çağın Hastalığı: Sosyal Medya” Sosyoloji Der Ki Dergisi, Grafik/Tasarım; Sakarya Üniversitesi İletişim Koordinatörlüğü, Editör; Salih Canbaz, Yıl:1, Sayı:2, Sakarya.

KIZILÇELİK, Sezgin (2013): Batı Sosyolojisini Yeniden Düşünmek Cilt 1: Marx’ın Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, 2.Baskı, Ankara.

KIZILÇELİK, Sezgin (2014): Sosyoloji Tarihi 1: İbni Haldun, Machiavelli, Montesquieu ve Rousseau’nun Sosyal Teorileri, Anı Yayıncılık, 3.Baskı, Ankara.

KIZILÇELİK, Sezgin (2016): Sosyoloji Tarihi 2: Bacon, Descartes ve Hobbes’un Sosyal Teorileri, Anı Yayıncılık, 2.Baskı, Ankara.

KIZILÇELİK, Sezgin (2018): Çağdaş Sosyal Teorisyenler 1: Gramsci, Parsons, Mills, Althusser, Foucault, Goffman ve Bauman’ın Sosyal Teorileri, Anı Yayıncılık, Ankara.

MACHİAVELLİ, Niccolô (2013): Prens: Hükümdarlıklar Hakkında, (Çev: B. Poyraz), Kabalcı Yayıncılık, İstanbul.

MONTESQUİEU (2011): Kanunların Ruhu Üzerine, (Çev: F.Baldaş), Hiperlink Yayınları, İstanbul.

MORE, Thomas (2004): Ütopya, (Çev: E. Gürol), Cem Yayınevi, İstanbul.

NİETZSCHE, Friedrich (2011): Böyle Söyledi Zerdüşt, (Çev: M. Tüzel), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

ROUSSEAU, Jean Jacques (2016): Toplum Sözleşmesi, (Çev: A. Meral), Alfa Yayıncılık, İstanbul.

ORWELL, George (2011): 1984, (Çev: C. Üster), Can Yayınları, 32.Baskı, İstanbul.

TATAR, Taner (1997): Siyaset Sosyolojisi, Turan Yayıncılık, İstanbul.

TATAR, Taner (2008): Kürede Dönen Siyaset, Doğu Kütüphanesi, İstanbul.

TATAR, Taner (2018): Matem: Sömürgeciliğin Sosyolojisi, Phoenix Yayınevi, Ankara.

PLATON (2017): Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 32. Baskı, İstanbul.

SEZER, Baykan (2018): Batı Dünya Egemenliği ve Endüstri Devrimi: Endüstri Sosyolojisi Ders Notları, Doğu Kitabevi, İstanbul.

YÜCEKÖK, Ahmet (1987): Siyasetin Toplumsal Tabanı (Siyaset Sosyolojisi), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara.