Modernite Bitti mi? | Ömer Atagenç

Başlığın fazla iddialı olduğu okuyan herkesin dikkatini çekmiştir. Ancak baştan söyleyelim: Bu yazı, bu soruya cevap aramaktan ziyade bazı sorularla bu iddiayı sorgulamayı amaçlamaktadır.

            Modernite kuramının Aydınlanma Çağı’ndan bugüne Avrupa’dan başlayarak dünyanın neredeyse tamamını etkisi altına alması bugünün devletinin ve toplumunun inşa edilmesini beraberinde getirmiştir. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken küredeki dönüşümlerin büyük bir bölümü “modernite” kavramı ekseninde açıklanmıştır. Aydınlanma Çağı’nın seküler aklı harekete geçirip sosyo-politik ve sosyo-kültürel pek çok gündemi yeniden tanımlamasının ardından Sanayi Devrimi ile birlikte ekonomideki dönüşümü, burjuvazinin liderliğini, milliyetçiliği ve sınıf savaşlarını da peşi sıra anlama şansına sahip olduk. Modernitenin ürettiği kavramlar dünyanın yorumlanmasının merkez kavramları olma özelliğini büyük ölçüde 2. Dünya Savaşı sonuna kadar koruyacaktır.

            2. Dünya Savaşı sonrası süreç küresel eksende yarattığı yeni düzeni tesis ederken entelektüel alanda o döneme kadar canlılığını koruyabilmiş tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştır. Moskova’nın sosyalist iktidarlar üzerinde kurduğu hegemonyanın yarattığı rahatsızlık, ABD’de tırmanan ırkçılık, 1968’in gençlik hareketleri üzerinde yarattığı farklı başlıklardaki dalgalanmalar, Vietnam Savaşı vb. pek çok gündem mevcut ezberlerin sorgulanmasını ve yeni bakış açılarının yaratılmasını da beraberinde getirmiştir. Özellikle de kökenlerinde Marksizmin izleri bulunan ekollerin kendi içinden yeni eleştirel merkezler yaratması, alt-yapısal belirlenimcilikten üst-yapısal tartışmalara doğru hızla geçiş, “demokrasi”nin ve bireysel özgürlüklerin zirveye rakipsiz tırmanışı moderniteye ait kavramların ve kurumların oldukça sert bir biçimde sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.

            Aydınlanmacılığın ve Marksizmin en sert eleştiriye tabi tutulduğu bu süreç Aydınlanma ekseninde despotizm ve hegemonya, Marksizm ekseninde de iddialarını kaybeden bir totaliter düşünce olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Başta Frankfurt Okulu ve Fransız entelektüellerin başlattığı kuramsal tartışmalar aydınlanmacılık ve Marksizmin klasik anlatılarının sonunun geldiğine dair yeni bir alanın açılmasını da sağlamıştır. Sovyetlerin yıkılışına kadar olan süreçte bu tartışmalar çok daha dar bir alanda karşılık bulurken Sovyetlerin çöküşü ve küreselleşme olarak lanse edilen tek kutuplu dönemle birlikte tüm dünyada “post-modern” trendin yükselişe geçtiği görülecektir.

            Post-modernite sahip olduğu iddialar ile kendinden önce varolan hemen hemen her kavramla bağlantısını koparmış, yeni baştan bir kavramsal inşa sürecine girmiştir. Elbette bu literatüre burada değinmek mümkün değil ancak post-modernite üzerine düşünürken akılda tutulması gereken bazı hususlar var. Ben bu yazı itibariyle yalnızca “ulus-devlet” ve “sınıf” kavramları üzerinden soru sormayı amaçlıyorum.

            Öncelikle post-modernitenin geçmişe dair yıkıcı tavrı, yaşadığımız çağın tüm gerçekliklerini koşulsuz bir yenilik üzerinden tarif etmektedir. Önüne aldığı “post-” ekiyle modernitenin aşıldığını, ömrünü tükettiğini ve ona dair ne varsa her şeyin baştan kurulması gerektiğini iddia etmektedir. Değişim elbette kaçınılmaz. Özellikle de kavramlar dünyasında diyalektik gibi, çizgisel tarih gibi, ilerlemecilik ve aydınlanmacılık gibi kavramlar olan pek çok kişi için değişim Herakleitos’tan bugüne yadsınamayacak bir gerçeklik… Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus böylesi mutlak bir tükenişin yaşandığının kanıtlarının ne olduğudur.

            Şüphesiz 2000’li yıllar gittikçe daha da pekişen küreselleşmenin olgunluk dönemini ifade eder ve elbette her konu gibi bu yazının da temel iki başlığını oluşturan ulus-devlet ve sınıf kavramlarının da tartışılmaya açılması bilimsel etiğin gereğidir. Ancak post-modernitenin bize sunduğu, bu konuların tartışmaya açılmasından ziyade tükendiğini iddia ettiği kavramlar üzerine konuşmanın anlamsızlığı üzerine kuruludur. Bunun da ötesinde pek çok hususta ilk etapta konuşulması, tartışılması ve çözülmesi gereken konular ikincil meselelerin gölgesinde kalmaya mahkum oluyor. Ulus-devlet ve sınıf meselesini aynı anda kesen “kimlik” siyaseti bu meseleyi düşünmeyi daha da anlamlı kılacaktır.

            Ulus-devlet üzerinden soralım:

  • Ulus-devletlerin etkisini yitirdiğine dair iddianın kanıtı dünyanın hangi coğrafyası için geçerlidir?
  • Ulus-devletlerin yerine onu yok sayan hangi iktidar biçimleri küresel ölçekte yaygın ve etkin bir biçimde kurulabilmiştir?
  • Dünyanın mevcut krizleri içinde ulus-devlet meselesini diğerlerinden daha önemli kılan nedir?
  • “Demokrasi” ve “özgürlük” üzerinden tartışmaların odağına konan ulus-devlet bu konuda yalnızlığını ne zaman ilan etmiştir?
  • Ulus-devlete bağlı olarak “milliyetçilik” fikrinin tükendiğinin kanıtı nedir? (Milliyetçilik teorileri çalışmalarında kuramcıların hala bu fikrin neden güçlü olduğunu açıklayamadıklarını dikkate alarak düşünmek lazım).

Sınıf meselesi üzerinden devam edelim:

  • Sınıf meselesinin tükendiğini ve kimliklerin artık yeni gerçeklik olduğunu iddia edecek kadar büyük ve yoğun bir dönüşüm nerede ve nasıl yaşanmaktadır?
  • Neo-liberal tahribatın yarattığı yoksulluğun teğet geçtiği kimliklere örnek gösterebiliyor muyuz?
  • Yeni kimliklerin varlığını kabul etmekle beraber yaşadıkları krizlerin içindeki sınıfsal denklemleri görmezden mi geleceğiz? 

Soruların ifade ediliş biçimi dahi kişisel yorumumu büyük ölçüde yansıtıyor. Okuyucuların cevap vermeden önce şu açıklamayı da dikkate almalarını isterim. Burada ifade etmeye çalıştığım şey post-modernitenin iddiasını tersinden savunmak vs. değildir. Değişim fikri ile kurduğumuz olumlu ilişki mevcut dönemde yaşanan gelişmelere karşı gözümüzü kapamayı imkansız kılmaktadır. Elbette yeni ortaya çıkmamasına rağmen esas içeriğini yeni kazanan kimliklerin yükselişine tanıklık ediyoruz. Elbette ulus-devletin ve buna bağlı olarak milliyetçiliğin tartışmaya açıldığını görüyoruz. Elbette sınıfsal gerçekliğin çeşitli örneklerde aşınmaya uğradığını ve kürede yeni kolektivizasyon biçimlerinin oluştuğuna da tanıklık ediyoruz. Ancak öte yandan ulus-devletlerin hala uluslararası politikada temel belirleyici olmaya devam etmesi, devlet düzeyinde politik temsilin devlet-dışı temsilden hala daha kuvvetli olması, buna bağlı olarak milliyetçilik fikrinin ılımlı ve aşırı her türlü versiyonunun tam da bu tartışmalara bağlı olarak savunma pozisyonunu ve etkisini koruması da reddedilebilecek gerçeklikler değildir. Öte yandan yoksulluk, gelir dağılımı, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanma, iş güvencesi vb. pek çok sınıfsal meselenin varlığını son yaşanan salgın krizinde bile güçlü bir biçimde ortaya çıkmış olması da bir gerçektir.

Özetlemek gerekirse, modernitenin aşıldığına dair iddia, ulus-devlet ve sınıf meselesi ekseninde yeterli değildir. Hangi kavramının ya da konunun ne kadar ve nasıl aşıldığı farklı ülke örneklerinde farklı yoğunluklara sahip olabilir. Ancak modernitenin getirilerinin pek çok alanda güçlü bir biçimde devam ettiğini görmek gerekir. Dönüşen ve değişen kavramların varlığı eskiyi yok edecek kadar kuvvetli olmadığı müddetçe aşılmış olanın ne olduğunu tanımlamak epey zor olacaktır. Dünya değişiyor, evet. Ama modernite tükenmiş değil. Sadece post-modernitenin iddiaları ile birlikte yaşamaya devam ediyor.