Sorry We Missed You ya da Türkçe adıyla Üzgünüz, Size Ulaşamadık filmi ile ilgili olarak yapılan “vahşi kapitalizmin gerçek yüzü” veya “günümüzde sıklıkla karşılaştığımız kuryelerin çektiği sıkıntılar” türünden yorumlar yüzeysel kalmakla birlikte gerçeği de yansıtmamaktadır. Ken Loach esas olarak işçiden “girişimciye” evrilen, daha doğrusu işçi yerine “girişimci” denen “yeni proletarya”yı anlatır. Kendisi de sosyalist olan yönetmenin işçi sınıfına bir uyarısı gibi düşünülmelidir tüm film: “İşçisin sen, işçi kal!”
Başlayalım.
Filmin hemen başında merkezdeki çekirdek ailenin babası olan Ricky’nin bir iş görüşmesi yaptığını anladığımız konuşmaları dinleriz sadece. Orada Ricky, sıhhi tesisat, taş döşeme, marangozluk gibi bir yığın işte çalıştığını ifade eder. Bunların hemen hepsi “işçi sınıfı” dendiğinde akla gelen işlerdir. Daha sonra Maloney olduğunu öğreneceğimiz kişi Ricky’ye böyle bir kariyeri neden bıraktığını sorar. İşte orada Ricky ağzındaki baklayı çıkartır. “İşçi” olduğunda arkasında onu denetleyen birilerinin daima olduğunu, bundan bıktığını ifade ettikten sonra sihirli sözcüğe sıra gelir: “Neden kendi kendimin patronu olmayayım ki?” Bu, işçinin artık patron olmak ama bu patronluğu kendi kendine yapmak, yani esasında bir tür butik girişimciye dönüşme arzusunun ifadesidir. Umut, bağımsız bir büfeyi tek başına işletmeye benzemektedir ama işçi sınıfının bu hayalde gözden kaçırdığı şey o bağımsız işletmenin büyük bir şirkete bağlı olduğu, yani esasında sadece adının değiştiğidir. Ona “işçi” demezler de “girişimci” derler, hepsi budur.
Tam da Ricky’nin talebinin ardından Maloney söze girer ve liberallerin ürettiği, elbette insan onurunu ayaklar altına alan o ünlü palavrayı ortaya bırakır: “Burada çalışmazsın, ekibe katılırsın. Burada sen kendi kendinin patronusun: Franchising.” Bunlar, işçileri, hem de düpedüz işçileri “Sen artık girişimcisin, patronsun” yalanıyla o eski işçiliklerinden daha beter şartlara mahkûm etmenin bir formülüdür ve Ricky de liberallerin attığı bu oltaya maalesef gelmiştir. Bizden de bir örnek verelim: Eskiden, halamız, teyzemiz, annemiz, babamız “tezgâhtarlık” yapardı sözgelimi. Bugün bu insanların çocukları, yani bizler ne yapıyoruz? “Satış danışmanlığı” yapıyoruz. Neye mahkûm edildiğini fark etmeyen ya da farkındalığın tutarlı kalmak adına kişilere yükleyeceği pratikten kaçmanın en acınası kılıfı olarak gördüğünü görmemiş gibi yapan çoğu insan ise bu “değişime” işaret edip “Eski dünya mı kaldı? Sol artık ölü, zaten Sovyetlerin çöküşüyle bu sistemin tutmadığı da kanıtlandı, ne solu, ne işçi sınıfı?” şeklinde konuşuyor. Tezgâhtarlıktan satış danışmanlığına “atlayınca” dünyanın güllük gülistanlık olduğuna, o eski sıkıntıların kalmadığına kolayca hükmedilebiliyor. Özetle, filmin ana meselesini yönetmen daha girişte çiziyor: İşçilikten girişimciliğe geçiliyormuş gibi bir tezgâh dönüyor ortada diyor. İnsanlarla dalga geçiyorlar; sen kendinin patronusun deniyor, bir sınıf atlama “sözel” anlamına sıkıştırılıyor, gerçeklikte ise “işçiyken” sahip olduğu haklar da alınıyor insanın elinden, kölenin de kölesi hâline geliyorsun, ipini kopartmış bir kapitalizmin işçiden yarattığı “girişimci” ve işçilik yerine ikame ettiği “girişimcilik” budur işte.
Filmde bizim savımızı destekleyen detaylar neler? Abby’nin fotoğraflarına baktığı sendikacı kadın. O sahne son derece önemli ve anlamlı bir sahnedir. Yönetmen, işçileri “girişimci” olacakları umuduyla satın almayı henüz akıl edemeyen kapitalizmin ve Sovyetlerin de etkisiyle solun ölmediği dönemlerin fotoğrafını gösteriyor o sahnede. İşçilerin işçi oldukları, belli bir ideolojik bilinçle hareket ettikleri ve sendikaların etkin olduğu dönemin fotoğrafıdır bu. Kadın diyor ki “500 kişiyi bedavadan doyurduk o gün.” Sene ise 1984. Maden işçilerinin grevinden söz ediliyor. İşçiler işçi ve işçi olduklarının bilincinde mücadele ediyorlar, sendikaları var, iş bırakıp patronları hizaya sokabiliyorlar, en önemlisi de örgütlüler! Bugün ise “girişimci” olduğun için kendi kendinin patronusun, o yüzden örgütlü de değilsin. Çünkü patron sensen kime karşı örgütleneceksin, değil mi? Muhteşem. Özetle, belli bir azınlığın zaten bildiği ama çoğu insanın hâlâ farkında olmadığı punduna getirilişi ortaya koyuyor yönetmen.
İkinci detay: Son sahnede Sebastian’ yani Seb, “Baba senin eski sen olmanı istiyorum, her şey eskiden nasılsa öyle olsun istiyorum,” demesi doğrudan işçi sınıfının işçi sınıfı olduğu, örgütlendiği o 80’li ve önceki yıllara bir atıf. Çocuk babasının işçi olduğunu bildiği ve ona göre bir politik duruşa sahip olduğu günleri özlüyor. Çünkü Ricky girişimcilik tuzağına düştüğü anda topyekûn ailenin çöküşü başlıyor, bu aile, elbette işçi sınıfını temsil ediyor. Yönetmenin tezi de burada: Sadece sözde kalan “sınıf atlama” olayına tav olduğu gün itibarıyla işçi sınıfının çöküşü başlamıştır diyor. Bizim örneği hatırlayalım: Tezgâhtar değil de satış danışmanı olduğun için sınıf atladığını sanmaya başladığın gün çöküşün başlamıştır. Bunu söylüyor yönetmen.
Eski kapitalizm ile yeni kapitalizm, yani “neo-liberalizm” aslında öz olarak çok farklı değil. Farkı yaratan şey, işçi sınıfının örgütlülüğü ve dünyada “sol” bir gerçeğin karşılığının olması, diğer bir deyişle solun henüz yenilmemiş olmasıydı. Sol yenilince kapitalizm doğası gereği vahşileşti. Bunu da filmde o “aygıt” denen alet üzerinden ortaya koyuyor yönetmen. Eskiden hiçbir işçi kırdığı, bozduğu bir aletin parasını ödemezdi. Bunu ödetemezsiniz çünkü işçi örgütlü, sendikası var. “Sen aleti bozdun, kırdın” diye kovamazsınız da onu. Bugün ise, işçi olmadığını, patronluğa atladığını zanneden Ricky soyulmuş, darp edilmiş, böyle bir durumda Maloney kendisini arayıp aygıtın parasını -1000 pound- ödemelisin diyor, ayrıca pasaportları da sigorta karşılamıyor, 500 pound da o, son olarak yerine çalışacak adam bulamadığın için 100 pound da günlük cezan var şeklinde konuşuyor. İşte, girişimci ve bu sayede de kendi kendisinin patronu olacağına kanan işçi sınıfının geldiği nokta budur. Hiçbir güvenceniz yok. Seni ölümüne sömürüyorlar ve tek bir laf edemiyorsun. Abby’nin dokunaklı isyanı tam da bu noktada nefisti, o yönetmenin sesiydi, vurucu soru şuydu: “Bu sizin yanınıza nasıl kâr kalıyor, nasıl?” Daha da vurucu olan ise Ricky’nin, karısının haklı isyanını “Biraz sinirleri bozuldu” diyerek deliliğe teşmil etme çabasındaydı. Hemen “katil devlet” ya da “hırsız devlet” veya “hırsız/katil patron” gibi ifadelere başvuran kişilere yapıştırılan “radikallik” nitelemesini anımsayalım. Devletle sermaye el ele halkı ve işçiyi istediği gibi sömürecekler ve sen bu nedenle sesini yükseltince “radikal” olacaksın, “ruh sağlığı bozuk” damgası yiyeceksin. Abby değildi orada sorunlu kişi, diğerleriydi. Burada da Wilhelm Reich’ın o unutulmaz tartışmasını hatırlamak gerekiyor: “Sorun, aç olan bir insanın neden çaldığı değil, neden çalmadığıdır.” Elbette böyle bir tartışmada insanların gerektiğinde tüm ahlâkî (moral) değerlerini ortadan kaldırılmasına işaret edilmiyor. Bizim konumuz bağlamında sorun Abby değil, diğerlerinin Abby gibi olmaması, olmadıkları ya da olamadıkları gibi bir de Abby’ye “ruh sağlığı bozuk” damgası vurması.
Şimdi tekrar filme dönüp diğer detaylara geçelim: Bizim izlediğimiz aile, daha önce de dediğimiz üzere, işçi sınıfının simgesi. Çocukların anlamı da böyle okunmalı. Seb, işçi sınıfının devrimci öfkesi. Küçük kız ise çoktan ölmüş olan masumiyet. Eskiden, işçi sınıfı “girişimci” değilken yaşıyordu o. Tam da bu nedenle kızı işe götürdüğünün ertesi günü patron Maloney, Ricky’ye “Bir daha olmasın.” diyor. Bu dünyada o kıza yer yok, müşteriler rahatsız oluyor. Abby ise daha önce bazı platformlardaki birkaç arkadaşın da işaret ettiği üzere işçi sınıfının sınıf atlıyorum derken nasıl da bir alt basamağa, hatta dibe düştüğünün izleği olarak bulunuyor. Arabası gitmiş, vakti yok, otobüslere mahkûm, her gün iş için kenti otobüsle turlamak zorunda kalıyor ve parasını alamıyor, durakta ağlıyor vs. Abby, işçi sınıfının kan kaybının bir fotoğrafı. Bir bütün olarak bakıldığında; yönetmen, işçi sınıfı derken bir bütünlüğü işaret ediyor, devrimciliği ve isyanıyla (Seb), masumiyetiyle (Liza) işçi sınıfı girift bir yapıdır, sen girişimcilik tuzağına düşersen kan kaybetmeye (Abby) başlarsın ve herkes seninle birlikte çöker. Bu noktada Seb’in babasının olduğu bütün fotoğrafların üzerine çarpı atması da çok anlamlıdır. Seb, bir tek annesi ile Liza’nın fotoğrafını es geçmiştir. Anlıyoruz ki diğer tüm fotoğraflarda baba, yani Ricky bulunmaktadır. İşçi sınıfının devrimci niteliği ve isyancılığı ile sınıf atlama tuzağı arasındaki çatışmayı görürüz burada. Açık şekilde, artık eski dünya kalmadı, şartlar iyileşti masalına kanan ve solculuktan liberalliğe geçen tiplere bir eleştiri bu. Ricky, liberal olup sınıfına ihanet ediyor. Seb ise gerçek bir solcu, öyle kalıyor. Montunu satıp boya alıyor ve isyanını sürdürüyor, devrimci ruhunu yitirmemiş babası gibi.
Evet, gerçekten harika.
Son olarak, Ahmet Telli’ye bir gönderme yapmamız gerekirse, hüznümüzü isyana dönüştüren bu filmi tam da şimdi işçi olmadığını düşünen ama o küçümsedikleri eski “işçilerden” daha kötü şartlarda ve örgütlü olmadıkları için kural gereği her gün daha da kişiliksizleşen insanlara izletmek, sonra da demek lazım: “İşçisin sen, işçi kal!