Yangın Sosyolojisine Giriş | Halil Ecer

0
1059

Küresel ekolojik sistemin iflasına doğru dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan ve müdahalesi zorlaşan yangınların toplum ve yönetim örüntüleri üzerine hem tarihsel hem de güncel bir analiz amacını taşıyan bu metin aynı zamanda bir tartışmanın ilk kıvılcımıdır. İlk etapta ateş ve yangın üzerinde durmakta fayda vardır. İnsanların ateşi ehlileştirme başarısından sonra hem fiziksel hem bilişsel ilerlemeler kaydetmede önemli eşiklerin aşıldığı bilinmektedir. İlk etapta sözlü iletişimin gelişmesinde ilerlemenin kaydedildiği görülmektedir. Çünkü ateşten önce çiğ tüketilen gıdaların sindirilmesi için sindirim sistemlerine yönelik aşırı bir enerji tüketimi mevcut iken, ateşle birlikte pişirilen gıdaların sindirilmesinin daha kolay olması ve enerjinin sindirim sistemi yerine beyinsel fonksiyonların yerine getirilmesine aktarıldığı düşünülmektedir. Beyne yoğunlaşan enerjinin sözsel iletişimin gelişiminde önemli bir katkısı mevcuttur. Yine iletişimin sağlanmasında dumanın etkin rolü ilkel süreçlerde oldukça hayati bir role sahip olmuştur.

Ateşin silahlarda kullanılmasıyla beraber gücün sembolü haline gelmesi tarihsel akışın seyrini değiştirecek güçte olmuştur. Bu güç ile birlikte feodal düzenlerin yıkılması, imparatorlukların inşası ve aynı zamanda yöneten-yönetilen çerçevesinde ateşe hükmeden ve tabi olan sınıfların doğuşuna tanıklık etmekteyiz. Ateşin, tarihin belli bir döneminde yönetim aracı olarak kullanılması ateşli silahları kullanma meşruluğuna sahip iktidarların oranları ile paralel bir görüntü çizmektedir. Öte yandan yaşamsal fonksiyonların yerine getirilmesi gibi kutsi bir görevi yerine getiren ateş, insanların maneviyatını şekillendirmekte de önemli bir noktada durmaktadır. Semavi dinlerde buyruğa karşı gelmek, yasağı delmenin cezası ateştir. Kötülüğün temsilcisi Şeytanın özü ateş olarak ele alınmaktadır. Kurtuluş ve cezalandırmada nurun karşısında ateş vardır. Öte yandan semavi olmayan dinlerde de güç unsuru ateş olarak karşımıza çıkmaktadır. Max Weber’in devleti “güç kullanma tekelini elinde bulunduran mekanizma” olarak tanımlamasında gücün ateş ve türevleri etrafında toplandığını görebilmekteyiz. Türk kültüründe Ergenekon’dan çıkışın ve demirin eritilmesi, Kürt kültüründe Demirci Kawa’nın ateş yakmasıyla gelen özgürlük, Ezidilikte ateşin kutsaliyeti, Roma olimpiyatlarında meşalelerde ateşin görkemi, ilkel kavimlerde ateş etrafında gerçekleştirilen ayinler, İlyada destanında ateş tanrısı Hephaistos’un konumu gibi birçok örnek, ateş etrafında inşa edilmiş kompozisyonları tesadüfilikten çıkarmaktadır.

Yakın dönemlerde kentlerde çıkan yangınlar sonucunda, inşa edilen yaşamların ve yönetim erklerinin tutumları göz önüne alındığında meşhur İstanbul yangınları ve 4. Murat’ın yasakları da yangın ve otorite arasında bağlantıya dikkat çekmektedir. Gelelim son bir aydır Türkiye’de farklı bölgelerde ortaya çıkan yangınlara hem toplumsal olarak hem de yönetimsel olarak verdiğimiz refleksleri ele almaya. “Ateş düştüğü yeri yakar” söyleminden uzaklaşarak ilk olarak toplumsal vaziyet alışlara bakıldığında, yangınların ilk çıktığı ve medya gündeminde cılız olarak ortaya çıktığı dönemlerde toplumda bir kayıtsızlık hali mevcuttu. Medyada, özellikle sosyal medyada yangın yerlerinde ortaya çıkan görüntüler toplumu tedirgin etmeye başladıysa da ilgi ve alakanın yoğunlaşması bir hayli zaman aldı. Yangının ormanlarda çıkmasından ziyade yangının yerleşim yerlerine ulaşması ile toplumda hareketlenmenin başladığı görüldü. Bu hareketlenme bir sorumlu ortaya çıkarma ve günahın yükleneceği keçiyi tespit etmeye yönelik bir kıpırdanmaydı. İlk olarak sabotaj iddiaları ile yangın gerçeğinden kurtulma çabalaması ortaya çıktı. Sanki sabotaj olsa dahi yangın gerçeğinin olmadığı hissiyatına ihtiyacımız varmış gibi bir tutum sergilendi. Ve yangının kabul edilmemesi üzerine belli birtakım söylemler geliştirildi. Daha sonra yangın gerçeği kabul edildi fakat yangınla baş edebilmek için gerekli donanıma sahip olmadığımız ortaya çıktı. Bu aşamada yangın gerçeğinin müsebbibi olarak illegal yapılanmalardan hükümeti suçlayan bir tepkiye dönüşüm gerçekleşti. Fakat hükümeti destekleyen kitlelerin karşı tepkileri ile karşılaştı ve yangın üzerinde ikili bir kutuplaşma ortaya çıktı. Bu tartışmalar gerçekleşirken ülkenin dört bir yanında yangın bölgelerine yardımlar gönderilmeye başlandı fakat bu yardımlar siyasete malzeme olmakta çok gecikmedi. Bu dönemde gerçekleşen yardımların medyaya yansıması şu şekilde gerçekleşti; hükümet kanadı halkımızın yanındayız izlenimini verirken muhalefet kanadı ise yangında yalnız bırakılmışların yanında yer alındığının resmini çizmekteydi. Ve ilginç bir şekilde yangınların medyada yer alış biçimi ile paralel olarak yardımların tek bir bölgeye odaklandığı görüldü. Yardımların odaklandığı bölgenin yerel idarecileri “yeter, yardım göndermeyin, yangınlarla mücadeleyi aksatıyor” açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Yardım organize bir şekilde ihtiyaca dayalı yapıldığında yara sarmada rol üstlenebilir aksi taktirde kargaşaya sebep olmaktadır.

Yangın bölgelerine ulaşan yardımların muhalefetten mi iktidardan mı sorusu önem kazanmaya başladı ve bölgede yardım merkezleri arasında çatışmalar ortaya çıktı. Bu da gösterdi ki “yardımlar siyasallaşmıştır”. Bu siyasallaşma yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşmasında sıkıntılara sebep oldu. Öte yandan yangın bölgesindeki sanatçıların büyük bir çabası ortaya çıktı fakat bu çaba da çok geçmeden siyasaya malzeme oldu. İlk etapta sanatçıların çağrısı iktidar destekçileri tarafından “vatana ihanet” ile suçlandı. Sonraki süreçte sanatçıları, üst sınıftan değerlendirip “halkın parasıyla ülkenin tatil bölgelerinde (ki yangınlar bu bölgede yoğunlaştı) keyif eden kitle” olarak değerlendiren ve sanatçıların çabalarını kendi çıkarları olarak değerlendiren görüş ortaya çıktı. Bu yangınlarda ülkedeki teçhizatın yetersizliği üzerinden uluslararası kamuoyundan destek sağlamak amacıyla “Help Turkey” etiketiyle kampanyalar düzenlendi. Bu kampanyaya destek veren herkes ana akım medya tarafından “vatan haini/terörist” damgasıyla tanımlandı ve bazılarına soruşturmalar açıldı. Yangının ilk çıkış sürecinde sabotaj iddiası ile terörist grupları aranırken birden yurttaşların birbirini terörist olarak etiketlemeye başlamasıyla kutuplaşma derinleşti.  

Yangınlara müdahale boyutunda iktidar ve muhalefet arasında çıkan tartışmalara bakılacak olursa “senin yangının” veya “benim yangınım” yaklaşımının ağırlıkta olduğunu görebilmekteyiz. Özellikle 2012’de kabul edilen 6360 sayılı büyükşehir kanunu ile ortaya çıkan yetki karmaşası yerel idareler ve merkezi idare arasında gerginliklerin ortaya çıkacağını söylüyordu. Fakat yangınlara kim müdahale edecek sorusu yangın gibi zamanla yarışın gerektiği bir durumda telafi olmayan zararlara neden oldu. İktidar yangınlara büyükşehir belediyelerinin müdahale etmesi gerektiğini dile getiriyordu (yangın bölgelerinin çoğu muhalefet belediyeleridir). Muhalefet ise Türk Hava Kurumu’nun işlevsizleştirilmesinde iktidarın payını dile getiriyordu. Toplumun, yönetenlerin ve muhalefet edenlerin odak noktası yangın değildi tamamen “günah keçisi” aramaktı. Yangınların bu kadar zarara neden olmasının bir sebebi de bu durumdur.

            Toplumsal hafızada yangının yer alış biçimi bu dönemden itibaren başka bir konuma yükselirken bir yangın bilincinin ortaya çıkması umulandır. Öte yandan yangınların sebebi olarak küresel iklim değişimleri gerçekliğinin çokça vurgulanması karar alıcı mekanizmaları politika geliştirecek boyuta dönüştüreceği sezinlenmektedir. Fakat bir yangın anında toplumun vaziyet alışları göz önünde bulundurulduğunda; “kriz anlarında ortaya çıkan birlik” duygusunun aşındığını ve zor zamanlarda dahi artık toplumun yekvücut hareket edemediğini ve toplumsal bağların zayıfladığını söylemek mümkündür. Yangınlar tarihin her döneminde görülmüş ve bu yangınlara karşı belli oranda birlik sağlanmıştır. Günümüz Türkiye’sinde birliğin sağlanmadığını görmek ve bunu söylemek üzücü olsa da sosyolojik olarak dönüşümün eşiğine varıldığını söylemek gerekmektedir. Toplumsal işleyişin yegane unsuru olan kültürün, kriz anlarına çözüm üretememesi (birlik) korkutucu görünse de toplumlar belli bazı dönemlerde bu tür bunalımlar yaşamaktadır. 

Önceki İçerikSosyoloji Seminerleri (Haftanın Kitap Önerisi)
Sonraki İçerikBilinmezlikten Korkuya Ölüm | Babür Karbey Vina
Halil Ecer
Lisans öğrenimini İnönü Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde, yüksek lisans öğrenimini ise Gaziantep Üniversitesi Disiplinlerarası Kent Çalışmaları (Kent ve Toplum çalışmaları) Anabilim Dalında tamamlamıştır. Doktora öğrenimine ODTÜ Kent Politikası ve Yerel Yönetimler (2019-2020 özel öğrenci), Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Sosyoloji (gençlik politikaları ve kent sosyolojisi) bölümünde devam etmektedir. Kent ve toplum alanında mekânsal dönüşümün toplumsal yansıması üzerine akademik ve sivil toplum alanında çalışmalar gerçekleştirmektedir. Kent sosyolojisi alanında yerel yönetimlerin politika süreçlerinde sosyolojik ihtiyaç analizi ve sosyal etki değerlendirmeleri yapmaktadır. Bunun yanından edebiyat ve kültür alanında “Sad Nun Mim” ve “Pansuman Yaraya İhanettir” isimli şiir kitapları mevcuttur. İzdiham Dergisinde düzenli olarak yazılar yazmaktadır. Hemhal, Davaro gibi dergilerde de denemeler yazmaktadır. Bir süre Gazete Duvar Forum’da köşe yazıları yazmıştır.