Fatmagül Berktay ile Söyleşi | Özge İpek Esen

0
2583

Yayın kurulu üyelerimizden Özge İpek Esen’in Fatmagül Berktay ile yaptığı söyleşiyi ilginize sunuyoruz:

Özge İpek Esen: Bu röportajımızda biraz kamusal alan, biraz da kimlik ve toplumsal cinsiyet üzerine konuşmak istedik sizinle. Sosyal medyanın siyaset bilimi açısından yerini saptamaya yönelik tartışmalar çok hoşuma gittiği için size de bunu sormadan edemeyeceğim. Çok dolaysız sormayı tercih ediyorum ki böylece cevap üzerinde bir yönlendirmem olmasın. Sosyal medya, kamusal alan olabilir mi?

Fatmagül Berktay: Sosyal medya konusuna girmeden önce biraz otoriterlik ile basın özgürlüğü arasındaki ilişkiye değinmek isterim. Otoriterizmin en önemli iki eleştirmeninden biri olan Theodor Adorno, Noam Chomsky’den çok önce ileri kapitalist toplumda her türlü kitle iletişim aracının tek bir amaca, iktidarın rıza elde etme amacına hizmet ettiğini söylemişti. Bu, aslında rızanın “imal edilmesi” anlamına geliyordu. Hannah Arendt de, büyük ölçüde Aristoteles’e ve ahlaki sorumluluk etiğine dayanarak, işlerliği olan bir sivil toplumda paylaşılan gerçekliğin merkezi önemine işaret eder. Paylaşılan, ortak bir gerçeklik ise ancak hakikati dile getirme sorumluluğuna ve özgürlüğüne sahip bir basın olduğu zaman ortaya çıkabilir ve elbette bu, demokrasinin de olmazsa olmazıdır.

Yarım-hakikatleri, yalanları, ideolojik propaganda ve iftiraları yayan bir basın liberalizmin değil, otoriter yönetimin özelliğidir. Totaliter liderler kitlelerin duygularını örgütleyip manipüle ederler ve giderek hakikatin yerini yalanın almasını ve insanların buna inanmasını sağlarlar. Özgür basının olmadığı yerde ahlaki normlar çöküntüye uğrar. Sorun, medyanın birkaç yalan üretmesinden çok daha karmaşıktır. Yalanların sürekli değiştirilmesi, her yeni politik duruma uyarlanması gerekir. Dolayısıyla dün söylenenin yerini göz kırpmadan söylenen yeni yalanlar alır ve genellikle birbiriyle çelişen bu yalanların bombardımanı altında insanlar sonuçta hiçbir şeye inanmaz hale gelirler. Yalana dayanan bir yönetim sürekli olarak tarihi yeniden yazmak zorunda kalır. Ve neye inanacağını bilmeyen, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamayan insanlar sadece eylem yapma kapasitesinden değil, aynı zamanda düşünme ve yargıda bulunma kapasitesinden de yoksun kalırlar. Ve Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları’nda söylediği gibi, “bu hale düşürülen insanlarla ne istersen yapabilirsin”. Sadece 20. yüzyılın değil maalesef içinde yaşadığımız yüzyılın bugüne kadarki tarihi de bu tespiti doğruluyor.

Üstelik Arendt bugünkü teknolojik gelişmelerin varlığında geliştirmiyordu düşüncesini; onun zamanında totaliter rejimler belirli amaçlara ulaşmak için kitle iletişim araçlarını etkin biçimde sansüre uğratıyor, kontrol ve manipüle ediyorlardı, doğru; ama bugün bizlerin yaşadığı durum çok daha karmaşık. Kitle iletişim araçları hem doğrudan hükümetler tarafından, hem de daha güçlenen ve tekelleşen korporasyonlar tarafından denetleniyor. Özgür basın giderek ortadan kalkıyor. Ama bu otoriter rejim altında yargıda bulunma, söz söyleme ve eylemde bulunma sorumluluğumuzun da ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.

İnternet ilk ortaya çıktığından itibaren bu duruma karşı bir panzehirmiş gibi algılandı; epey ütopyacı hayallere, umutlara yol açtı. Çünkü düşünmek ve yargıda bulunabilmek için önce bilgi sahibi olmak gerekir ve internet de bilgiye ulaşımı daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaştırıyor ve demokratikleştiriyordu. Daha yatay, eşitlikçi ilişkilerin kurulabileceği, nefret söyleminden azade uygar etkileşimlerin yer alabileceği açık bir iletişim uzamı, siber uzam, nihayet gerçekleşebilir gibi görünüyordu. Bu yeni uzamın bir tür kamusal alan olarak demokrasiyi geliştireceği düşünülüyordu. Ne var ki hayallere karlar yağdı; bu alan çabucak ticarileşti, metalaşmış internet ekonomisine dönüştü. Üstelik daha fazla devlet gözetimi ile şirket kontrolü birleşti. Bunu söylerken derdim, internetin bilgiye ulaşma konusunda, iletişim etkinliği konusunda getirdiği büyük olanakları küçümsemek değil elbette, sadece bugün sonuçlarına hep birlikte tanık olduğumuz tehlike ve tehditlere dikkat çekmek.

Çünkü internet dünyası bir avuç dev korporasyonun sunduğu araçlara, aplikasyonlara, hizmetlere bağımlı milyarlarca pasif kullanıcı yarattı. Hem bu korporasyonlar, hem de devletler her adımımızı izleme imkânına sahip oldular. Üstelik sadece adımlarımızı değil arzularımızı, en mahrem duygu ve düşüncelerimizi izleme ve bunları manipüle etme, alınır satılır metaya dönüştürme olanağını buldular. Sosyal medya kullanıcıları çoğu kez bu gerçeği unutup bu mecraların nötr olduğunu, kendilerini ifade etme olanağı verdiğini düşünüyorlar. Üstelik buralarda ifade özgürlüğünün korunmasını bekleyip aksi ile karşılaşınca da hayal kırıklığına uğruyorlar.

Bu noktada gerçekten de sosyal medya sahiden bir kamusal alan mıdır sorusu gündeme geliyor. Böyle bir zehaba kapılmak kolay ama konuyu biraz deşince sahte bir kamusal alan ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Çünkü ifade özgürlüğü sınırlı olduğu gibi, kontrol ve manipülasyona açık ve troller vb. yoluyla yayılan nefret söylemi toplumu otoriter rejimin isteği doğrultusunda daha da fazla parçalayıp kutuplaştırıyor. Arendt’in deyişiyle, esas olarak “kabile sadakati”nin sergilendiği ve teşvik edildiği bir alan haline geliyor. En ufak bir yanlış anlama, bir karşı görüş en düşmanca saldırılara, hakaretlere maruz bırakılıyor. Çünkü yüz yüze iletişimin olmadığı bir uzamda anonim kalarak karşı tarafa istediğiniz gibi salvo atışında bulunabilirsiniz. Oysa kamusal alan insanların birbirleriyle karşılaştığı, diyalogda bulunduğu, kendilerini ifade ettiği kadar başkalarını dinlemeye ve sonuçta değişmeye açık olduğu yerdir. Yani başkalarını değiştirmek isterken kendimizin de değişebileceğimizi baştan kabul ettiğimiz, değişime açık olduğumuz yerdir. Sosyal medya ise tersine görüşleri, tutumları katılaştırıp herkesi kendi doğrusunun mağrurluğu içinde başkasını horlamaya, düşman görmeye teşvik ediyor. Tek hakikat var ve o da -her nasılsa- bizim kendi hakikatimiz!

Öte yandan, sosyal medyanın haberleşme ve eyleme geçmek için örgütlenme yönünde fırsat yarattığı da bir gerçek. Buna çeşitli direniş eylemlerinde tanık olduk. Geçmişte Tahrir meydanında, Gezi direnişinde gördük, bugün de ülkemizdeki sokak eylemlerinde, İran’daki olağanüstü direnişte gözlemliyoruz. Bu, yabana atılacak bir şey değil; nitekim otoriter iktidarlar hemen bu iletişimi yok etmeye, sansürlemeye çalışıyorlar. Bu da beni, en zor koşullarda bile yargıda bulunma ve eyleme geçme sorumluluğunun ortadan kalkmadığı meselesine getiriyor. Bu sorumluluğu üstlenmek gerek, başka hiçbir şey için olmasa bile haysiyetimizi korumak için! Ama bence sosyal medyanın haberleşme ve direniş örgütlenmesi için kullanılabilmesi gerçek bir kamusal alan olduğunu göstermez, tersine sadece sahici kamusal alanlar yaratmak için bir fırsat olarak kullanılabileceğini gösterir.

Baudrillard’ın “Medya için Ağıt” (Requiem for the Media) yazısında dile getirdiği gibi kitle iletişim araçlarında “karşılığı/yanıtı olmayan konuşma” yer alır. Oysa iletişim dediğimiz şey karşılıklı konuşmayı, söz söylemeyi, yanıt almayı ve bunun sonucunda birlikte başka bir yere ulaşmayı içerir.  Yanıt, sorumluluğu getirir. Buradan da müzakere yoluyla varılan ortaklık, toplumsal eylem oluşur. Tek taraflı “tebliğ” konuşma değildir. Baudrillard, bugün sosyal medyanın özelliğinin iletişimsizlik yaratmak olduğunu boşuna söylemiyor, çünkü burada kimse gerçek anlamda “yanıt” aramıyor ya da sadece bir “yanıt simülasyonu” yaratılıyor ki o da gerçek diyalogun ve eylemin önünü kapatıyor. Düşünmeden atılan tivitler sadece “kabile sadakati”ni pekiştirmekle kalmıyor, o sadakati daha da inceltiyor, pekiştiriyor. Şunu demek istiyorum: Sağ ve sol vb. görüşler arasında farklılıklar her zaman vardı ama şimdi sosyal medya sayesinde bu farklılıklar en ufak, en ince ayrıntılara indirgeniyor ve insanları daha da bölüp parçalamaya yarıyor. Sonuçta kazanan, hep bir türlü ortaklaşamayan muhalefeti bölen iktidarlar oluyor. Tivitçiler, kendileriyle en ufak konuda anlaşamayan herkesin aptal ya da düşman olduğuna hükmediyorlar. Bugün kendisini en muhalif zannedenlerin bile neo-liberal zihniyet dünyası içine çekildiği bir dönemi yaşıyoruz, maalesef. Ve evet, otoriter rejim bizi sosyal medya dünyasına hapsediyor ama onunla yetinmeyip o sınırlı dünyayı bile yok etmeye çalışıyor. Bu durum karşısında bir yandan sansüre karşı direnmek ama öte yandan sosyal medyanın bir “özgürlük vahası” olduğu zehabına da kapılmamak gerektiği kanısındayım. Yukarıda dediğim gibi, sosyal medyayı bilinçli bir biçimde gerçek kamusal alanlar, kamusal karşılaşmalar yaratmak için kullanmalıyız, muhalefeti parçalamak ve direnme olanağını ortadan kaldırmak için değil.

Özge İpek Esen: Bir söyleşinizde Türkiye’de kamusal alan direniyor demiştiniz, kamusal alanın zayıflaması otoriterlik kaynaklı mı yoksa Türkiye için daha geniş çerçevede bir değerlendirmeyi öncelememiz gerekir mi?

Fatmagül Berktay: Biliyorsunuz temel özgürlükler din ve vicdan özgürlüğünü, barışçı biçimde toplanma özgürlüğünü, medeni hakları vb. kapsar ve bunların tümü de “negatif”, yani kişiyi devletin müdahalesinden koruyan ama katılımı güvenceye almayan haklardır. Hannah Arendt, özgür insanın yaşamının “özgür bireylerin özgür eylemde bulunabilecekleri kurumsal olarak tanınmış forumlara (agoralara veya siyasal uzamın kendisi olan polis’e ) ihtiyaç gösterdiğini”  söyler, haklı olarak.  Liberalizmin klasik negatif özgürlüğü, kurumsal engeller yaratan “bir şeylerden azade olma” hali, gerçek özgürlük değildir. Eylemin koşulu olan özgürlük daima pozitif özgürlük, yani bir şeyleri yapabilme, hâsıl edebilme özgürlüğüdür ve benliğe ilişkin, özel ya da kişisel bir şey olmayıp kamusal alanda başkalarıyla birlikte –ortak hareketle– gerçekleşir.

Kamusal alan bugün sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada daralıyor, kararıyor. Çünkü dünyada genel olarak otoriter sağ popülizmin yükselişi söz konusu ve bu tarz rejimler halkın kararlara katılımını, ortak harekette bulunmasını engellemek için her yola başvuruyorlar. Sokaktan, yani toplumsal hareketten bu kadar korkuyor olmaları bu yüzden. Otoriterliğin yükselişi aynı zamanda temsili demokrasinin kriziyle ve vaatlerini yerine getirmemesiyle de ilişkili. Bunun yarattığı hayal kırıklığı yüzünden kitleler politikadan yüz çevirmeye başlıyorlar; karşılığında sağcı, ırkçı politikaların sürüklediği azınlıklara dayanan rejimler güç kazanıyor. Demokrasiyi salt teknik bir oy verme işlemine, sandığa indirgediğiniz zaman sonuç bu oluyor. Nitekim Avrupa’da seçimlere katılım oranlarının ne kadar düşük olduğunu ve bunun sonuçta kime yaradığını gözlemliyoruz. Türkiye ise, seçimin ve sandığın kitleler nezdinde hâlâ önemli olduğu bir ülke. Bence toplum hafızasında 1950 seçimlerinin değişim getirmiş olmasının bunda payı var. Dolayısıyla otoriter rejim “sandığa gerek yok” diyemiyor ama halkın gerçek enformasyona dayanan bir seçim yapmasını engellemek için her türlü yalan imaline ve ideolojik propaganda yöntemine başvuruyor. Bunda başarılı olup olamayacağını hep birlikte göreceğiz. Dolayısıyla doğru bilgi edinme hakkına sahip çıkmak ve yalanların yayılmasına karşı durmak, dikkatli olmak çok önemli. Başka bir deyişle, “hakikat anlatıcısı” olmak, direnmek ve hatırlamak; yalana karşı hakikati savunmak… Kamusal alan aynı zamanda hatırlamanın alanıdır ve totalitarizm öncelikle kamusal alanı yok etmek ister, çünkü politikanın, eylemin ve hatırlamanın mekânıdır. Hoşuna gitmeyen şeyleri hatırlatır, iktidara. Orwell’in 1984’te anlattığı “Hakikat Bakanlıkları” bunun için var. Orada kölelik özgürlük, özgürlük kölelik demekti; siz de tutukluları ateşe verip onlarcasını katlettiğiniz operasyona “hayata dönüş” adını verdiğiniz zaman hepimizi 1984’ün karanlığına mahkûm etmiş oluyorsunuz. Albert Camus’nün Nobel ödülünü alırken yazarlar için söylediği söz bugün de bütün kamusal aydınlar için geçerli: “Bildiğimiz şeyler konusunda yalan söylemeyi reddetmek ve baskıya karşı direnmek.”

Özge İpek Esen: Genel anlamda kimlik politikasını anlamsız bulduğunuzu biliyorum. Bunun üzerinden şöyle bir soru yönelteceğim size; Kimlik politikası bakımından kadın hareketi ve etnik köken temelli siyaset anlayışının Türkiye siyasetine etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Fatmagül Berktay: Öncelikle, her kimlik arayışının, kişinin kendisini olmadığı şeyden ayırmasını içerdiğini hatırlatmak isterim. Dolayısıyla “kimlik politikası” zorunlu olarak bir “farklılık yaratma” politikasıdır ve bu, iktidar ilişkileri ağı içinde ister istemez “öteki”ler yaratmaya dönüşür. Farklılık yaratmak için verili kimliğin özcülüğüne başvurulduğunda, radikal çoğulcu demokrasi anlayışına aykırı olan ve bu tür bir demokrasi anlayışının gerektirdiği yeni yurttaş kavramının oluşmasına izin vermeyen katı, donmuş bir kimlik tanımı ortaya çıkar. Verili kimliğe saplanıp kalmış bir “kimlik politikası” kendi kendini yıkıcı bir nitelik kazanır; çünkü bu durumda kişiler “kimin gerçekten o cemaate/topluluğa dahil olduğu veya olmadığı” konusunda bitmez tükenmez medrese tartışmalarına ve giderek keskin, hatta şiddet içeren iç mücadelelere dalarlar. Sonuçta kazanan, muhalefetin ve direnişin bölünmesini ellerini oğuşturarak seyreden iktidarlar olur.

 Kolektif politik hareketler ortak bir kimlik etrafında değil, farklı bireylerin ortak bir hedef uğrunda birleşmeleriyle bir arada tutulabilir. Ezilenler arasındaki dayanışma önceden verilmiş bir şey, bir önkoşul değil, paylaşılan hedefler etrafında girişilen ortak eylem sonucunda ulaşılan politik bir olgudur Yani dayanışma, kimliğin ve duyguların ortaklığını değil, eylemin ortaklığını temel alır. Dayanışmanın koşulları önceden verilmediği gibi, üyeleri de önceden belirlenmemiştir. Tersine, belirli bir olgu ya da sorun karşısında kaygı duyan, düşünen ama çözüm konusunda farklı düşüncelere sahip olabilen insanların konuşarak, tartışarak ortak bir durum yaratmaları sonucunda ulaşılan bir şeydir.

            Beni, örneğin Gezi’de çok heyecanlandıran noktalardan biri insanların farklılıklarıyla, farklılığın damgasını taşıyan bedenleriyle kamusal alanda somut olarak var olmalarıydı. İnsanların somut farklılıklarıyla var olabilmeleri ve onları ifade edebilmeleri, birbirlerini ve kendilerini gerçek anlamda dönüştürebilmelerinin esas imkânını yaratan şeydir ve bu gerçek bir kamusal alanın varlığına işaret eder. Nitekim insanlar Gezi Parkı’na kimliklerini dışarıda bırakarak girmediler ve somut kimliklerinin, farklılıklarının yarattığı çatışmaları da konuşarak çözmeyi başardılar. Kim olduğunuzun getirdiği somut çıkar çatışmaları her zaman vardır ve siz bunları yok saymak yerine bunlarla birlikte ama çatışmaları çözmeye de istekli olarak orada olursunuz. Ben o yüzden Gezi’nin sembolik değil, farklılıkların ve benzersizliklerin karşılaştığı, etkileştiği sahici bir kamusal alan olduğunu düşünüyorum. Kamusal alanda hüner, çatışmaları karşılıklı konuşarak, ikna ile, söz ile çözebilmekte; alanın dışına iterek değil. Mesela LGBT bireyler ve feministlerle diğer daha geleneksel gruplar arasında bu çatışmalar ortaya çıktı ve üstü örtülerek değil, dürüstçe üzerine gidilerek aşılmaya çalışıldı. Kadınlar kadın olarak, eşcinseller eşcinsel olarak, başörtülüler başörtülü olarak vb. var oldular. Zaten soyut “insan” diye bir şey yok; sonuç olarak belli aidiyetleri olan somut insanlar var. Dolayısıyla bu farklılıkları dikkate alan ama onların içine hapsolmayan bir demokrasi teorisi, bir kamusal alan pratiği inşa etmek zorundasınız. Çatışmalar kaçınılmaz olarak ortaya çıktığı zaman çatışmayı çözmek için mekanizmalar bulmak zorundasınız. Bu açıdan söz ve ikna çok önemli.

Kamusal alanda hiç kimse kalkıp benim dediğim en doğrudur diyemez, mutlak hakikat iddiasında bulunamaz. Çünkü “agora”da herkesin doğrusu –mutlaklığına kendisi ne kadar inanırsa inansın- bir kanaate dönüşür; gönderme yapılacak bir tanrısal veya seküler mutlak yoktur. Eğer varsa orada zaten kamusal alan yok demektir. Çünkü mutlak hakikat iddiası tartışmayı yok eder. Dolayısıyla kamusal alanda bir yarışma ortamı söz konusu ve her yarışmada olduğu gibi burada da sizin performansınız çok önemli oluyor. Kanaatler çarpıştığında performans, yani ikna yetisi belirleyici olur. Daha güçlü ikna etme yeteneğiniz varsa o agorada sizin kanaatiniz çoğunluğun aklını ve gönlünü çelerek hâkim olabilir. Bu bir yandan gayet demokratik bir şeydir, diğer yandan da demokrasinin zaafını ortaya koyar. Çünkü meydan, ağzı iyi laf yapan ama ortak çıkarları ve ilkeleri umursamayan demagoglara kalabilir, kalıyor. Antik demokrasinin de çok eleştirilen en büyük zaafıdır, bu. Buna karşı alınabilecek tedbir, ilkelere ve olgulara bağlı kalan bir müzakere sonucunda karar almak. Demokraside karar alınmaz diye bir şey yok ama o kararı neye gönderme yaparak aldığınız önemli. Totaliter bir mutlak hakikat fikrine mi, aşkınlığa gönderme yapan bir otoriteye mi, kutsallaştırılmış bir liderin iradesine mi yoksa tartışma içinde oluşan bir kanaate mi dayanarak karar veriyorsunuz, önemli olan bu.

Verili kimlik, adı üstünde zaten verilmiş olduğu için, yani bizim herhangi bir dahlimiz olmaksızın doğuştan edinilmiş olduğu için, kendiliğinden herhangi bir eylemin, yeni bir şey başlatmanın konusu olamaz. Politik eylem ve dayanışmanın gerçekleşebilmesi için saldırıya maruz kalmış verili kimliğin “doğallığı”nın ötesine geçilip politikleştirilmesi, yani politik direnişe konu edilmesi gerekir. Bu durumda verili kimlik kişisel bir özellik olmaktan çıkarak kamusal alanda tanımı değiştirilebilir hale gelir, böylelikle politik eylemin konusu olur. Nitekim saldırıya uğrayan bir kimlik grubuna ait olmasanız bile bu kimlik adına mücadele etmeniz mümkündür. Tıpkı Yahudilere yapılan zulme karşı çıkmak için Yahudi olmanız gerekmediği gibi Ermeni, Kürt, Alevi, kadın, LBGT, vb. kimliklere uygulanan baskılara karşı çıkmanız için de Ermeni, Kürt, Alevi, kadın, LBGT, vb. olmanız gerekmez. Öte yandan kişinin verili kimliğinin saldırıya maruz kalma durumu değişirse, söz konusu ezilen kimliğin yol açtığı sorunların yerine başka kimlik sorunlarının ağır bastığına karar verilebilir ya da isimsizlik (herhangi bir kimliğin vurgulanmaması) de tercih edilebilir.

Ortak bir amaca yönelik eyleme karar vermiş insanlar arasındaki ortaklık bile, hepimizin benzerliği üzerine değil, her birimizin görüşlerinin ne kadar farklı olduğunun kavranması üzerine inşa edilir. Burada muhalif toplumsal hareketler açısından sorun ırksal, etnik, cinsel vb. kimlikleri ve farklılıkları eşitlik adına silmeye çalışmayan, homojenleştirici olmayan bir teori inşa etmeye çalışırken farklılığı yüceltmeden, mutlaklaştırmadan çoğaltabilmek. Var olan kimlik politikaları, farklılığın yüceltilerek taşlaşmasına ve sonuçta politik eylem yoluyla herhangi bir değişiklik yaratılamamasına yol açıyor. Çünkü artık karşılıklı konuşmanın, etkileşimin ve sonuçta ortak hareketin yerini, herkesin kendi sabit konumundan –kendi mevziinden– yaptığı “salvo atışları” almıştır. Oysa Yahudi, Kürt, Türk, Sünni, Alevi, kadın, erkek vb. olmanın birçok farklı yolu olabilir ve sorun bunların tümünü tanıyabilecek bir zihniyet genişliğine ulaşmaktır. Kimlikler kesin kontürlü olmadığı gibi kendi içlerinde kırılmalar, boşluklar, eksikler, çıkar çelişkileri barındırırlar ve mağdur kimliği de bunlardan masun değildir. Bunu görmemek, her kimlik içinde var olan iktidar ilişkilerine gözleri kapamak anlamına geliyor.

Kimlik politikasının, kadınlar açısından da özel bir tehlikesi var: Kimliğin bedensel farklılıktan kaynaklanan bir biyolojik özcülüğe ve aynılığa dayandırılması durumunda, kendi kendisi üzerine kapanan ve seçme özgürlüğünü yok eden bir sınırlama ve kuşatma boyutlarına varması söz konusu. Örneğin genelde pek revaçta olan, kadının analık özelliğinin yüceltilmesi kadınların özgürlüğü açısından tam tersi sonuçlar verebiliyor. Kadınlara yönelik bu tür yüceltmeler bazen kadın kitlelerini harekete geçirmeye hizmet etse de, onları “farklılıkları” içine hapsederek onları gerçek anlamda politika yapma imkânından mahrum bırakır. Buysa, özgürlük için mücadele etme zemininin kaybolması anlamına gelir.

Kadınlar daima kültürün taşıyıcısı, kültürel sınırların belirleyicisi olarak tanımlanmışlardır. Onlara atfedilen bu işlevle uyumlu olarak ister dinsel ister dünyevi çerçevede olsun topluluğun sınırlarını çizen simgeler olmaya devam ediyorlar ve dolayısıyla onların “namus”u hala kendilerinin değil, topluluğun meselesi olarak görülüyor. Böylelikle bağımsız bir öznellik imkânından yoksun bırakılıyorlar. Üstelik kadınları ötekileştiren erkek egemen iktidar söylemi ve pratiği, her türlü  kültürel kimlik savunusunu hep kadın bedeninin toplumsal denetimini daha da sıkılaştırmak üzerinden yapmaya çalışıyor.

Dolayısıyla her kültürün kendi içinde sorunsallaştırılması gerektiğini ve politik kurtuluşun ancak böyle bir sorunsallaştırma ve mücadeleden geçtiğini unutmamak önemli. Kadınların kurtuluşu projesini, hangi kültürde olursa olsun kadınlara atfedilen geleneksel eylemlere ve rollere dayandırdığınız zaman, bu rol ve eylemlerin içinde şekillendiği ataerkil iktidar ilişkilerini ve yapılarını temel almak ve sonuçta onları yeniden üretmek, hatta pekiştirmek durumunda kalırsınız. Grup kimliğine –“kabileye”– sadakat ya da öznellik teorileri ile politik kurtuluşu birbirine karıştırmamak gerekir. Bu bağlamda, “öznelliğin” araştırılması ve “içeriden anlama” çabası ile bir birey olarak eleştiri ve tavır alma hakkı arasına net bir çizgi çizmek ve ikisinden de vazgeçmemek bana çok önemli görünüyor.

Dolayısıyla, bir “anlam yaratma ve anlamlandırma” stratejisi olarak dinin ve dinsel/mezhepsel cemaatin, bireyler açısından taşıdığı öznel anlamları kavramaya çalışmak ne kadar önemliyse, bir ideoloji olarak verili düzeni ve daha spesifik olarak ataerkil aile yapısını koruma ve pekiştirmede oynadığı rolü açığa çıkarmak da o kadar önemli. Ataerkil sistem ve o sistemin temelini oluşturan aile ve mülkiyet yapısının merkezinde ise kadın bedenine ve davranışına ilişkin denetim kaygısı yer alıyor. Üstelik bu kaygı, dinsel (İslamcı)  ve dindışı (seküler-milliyetçi) söylemlerin de ortak noktası. Her halükarda kadının görünümünün ve tavrının cemaatin/topluluğun “gerçek” kimliğiyle uyum içinde olması, onu “doğru” biçimde yansıtması bekleniyor. Bu durumda kadının bireyselliği, kimliğini oluşturduğu varsayılan kurucu öğelere feda ediliyor; dişil özneler, toplumsal ve cemaatsal kimlik maskelerinin ardında kaybolmuş oluyorlar. Öznenin, basitçe toplumsal rolleriyle tanımlanması, sosyolojik bir muhafazakârlığa ve toplumsal rolleri hiç eleştirisiz kabul eden bir gelenekçiliğe yol açıyor ki, feminist politika her ikisine de karşıdır.