Doğan Hızlan Edebiyat Eleştiri ve İnceleme Ödüllü Çimen Günay Erkol ile “Yaralı Erkeklikler” ve Erkeklik Çalışmaları Üzerine Söyleşi

0
1729

Yazarlarımızdan Özge İpek Esen’in Çimen Günay Erkol ile “Yaralı Erkeklikler” ve erkeklik çalışmaları üzerine yapmış olduğu söyleşiyi ilginize sunuyoruz:

Çok basit bir soruyla giriş yapacağım ama alanı henüz tam tanımayan öğrenciler için oldukça yararlı bir soru bu. Türkiye özelinde konuşmak gerekirse erkeklik çalışmalarının önemi nedir? Kadın çalışmalarıyla kıyaslanınca medyada ve akademide bu alanın biraz ihmal edildiğini düşünüyor musunuz?

Erkeklik çalışmalarının eleştirel kanadı önemli, zira iktidar meselesine daha derinlemesine bakmayı sağlıyor. Bu alan kendi kavramlarını belirginleştirmeden önce patriyarka ve toplumsal cinsiyet gibi feminist hareketin ivmesiyle geliştirilen kavramlar ön plandaydı. Hâlâ da toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ilk etapta büyük ölçüde bu kavramlarla düşünüyoruz. Eleştirel erkeklik çalışmaları burada bir noktayı daha aydınlattı: Patriyarkanın erkeklere nasıl zarar verdiğini görünür kıldı, erkekler arasındaki rekabetin dinamiklerini belirginleştirdi. Bu alanda feminist hareketten ilhamla hegemonik erkeklik kavramı geliştirildi. Bu kavramın kullanıldığı ilk araştırmalar, akran zorbalığına dayalı araştırmalardı ve oğlanlar arasındaki ötekileştirme mekanizmalarına odaklanıyordu. R.Connell, Gramsci’nin hegemoni tanımına yaslanarak, güç kullanarak değil ama rıza/onay yoluyla toplumda kabul gören erkekliklere işaret etti. Böylece toplumsal cinsiyetin erkekler için ne anlama geldiği tartışılmaya başlandı. James W. Messerschmidt. Hegemonik Erkeklik: Formülasyon, Yeniden Formülasyon ve Genişleme kitabında bu kavramın tarihini, kavrama getirilen eleştirilere de yer vererek, detaylı bir şekilde anlatır. Eleştirel erkeklik çalışmalarıyla aslında tıpkı beyazlık çalışmalarında olduğu gibi, toplumsal hiyerarşide yukarıda ve imtiyazlı — bu nedenle de görünmez— olan erkeklik kimliği bugün o tahttan indirilerek daha detaylı bir şekilde inceleniyor.

Türkiye özelinde bu, şu nedenle önemli: Ülkemizde şiddet çok merkezi bir mesele. Fiziksel, cinsel, duygusal, ekonomik şiddet kültürel olarak neredeyse normalleştirdiğimiz hallerde her gün karşımıza çıkıyor. Burada şiddet failleri büyük oranda belli bir yaş grubundaki erkekler ve şiddet mağdurları da çocuklar, kadınlar ve toplumsal düzende ötekileştirilenler. Şiddeti önlemenin bir yolu da gerçekleşmesini beklemeden harekete geçmek ve bir tür önleyici farkındalık çerçevesi oluşturabilmek. Türkiye’de rıza/onay mekanizması hakkında, flört şiddeti hakkında veya neyin şiddet olup olmadığı hakkında konuşma alanları Feminist hareketin yılmaz mücadelesiyle bir ölçüde açıldı. Ama kadınların uğradığı şiddet sanki sadece onlarla ilgili bir konuymuş gibi kalıyor, sadece kadınlar bu konu hakkında konuştuğunda. Erkeklerin de konuşması lazım, bu konuşmalara dahil olmaları lazım. Erkeklerin daha fazla dahil olabilecekleri ve erkekliğin bu toplumsal düzende ne anlama geldiğini, kendi etkinliklerine bakarak eleştirel bir gözle değerlendirebilecekleri alanlar açılması için veriliyor Eleştirel erkeklik çalışmaları alanındaki çabalar. Eleştirel erkeklik çalışmalarının yaygınlaşmasıyla, biraz daha görünür olmasıyla, çok genç yaştan itibaren erkeklerin bu konuda konuşmaya başlayacağı alanların çoğalacağı ümidindeyim.

Akademide ve medyada kadın çalışmalarının bugüne kadarki kazanımlarda kadınlar arasındaki dayanışmayı güçlendiren katkıları oldu. Henüz eleştirel erkeklik çalışmaları akademik olarak kadın çalışmaları kadar aktif ve üretken değil. İhmal edildiğini değil de erkekler zaten erkeklikler hakkında konuşmaya gönülsüz olduğu için, Feministler de genelde kadınların deneyimlerini ve esenliklerini öncelediği için kuvvetli bir temsil bulamadığını düşünüyorum. Erkeklikleri anlamaya çalışmanın erkeklerin uyguladığı şiddeti temize çıkarmaya yardımcı olacağını düşünen ve bu nedenle eleştirel erkeklik çalışmalarına (sanki bu erkek hakları savunuculuğu ile aynı şeymiş gibi davranarak) tepki gösteren Feminist araştırmacılar da olabiliyor. Bu çok kolay çözülebilecek bir düğüm değil; daha çok karşılıklı düşünmek ve konuşmak gerekiyor. Biraz önce beyazlık örneğini verirken söz ettiğim gibi, erkeklik görünmez ve verili kabul edilen bir unsur olduğu için, aslında pek çok konunun içinde adı konmadan erkeklik hakkında da çalışıldığını düşünüyorum. Yoksulluk ve piyasa ile ilgili araştırmalarda, milliyetçilik veya ulus-devlet araştırmalarında, işçi örgütlenmeleri ve bunların tarihi ile ilgili araştırmalarda örneğin, aslında bir erkeklik boyutu var ama araştırmacıların bu yöne bakacakları literatürden haberdar olmaması veya araştırmalarını toplumsal cinsiyet farkındalığı olmadan yürütmeleri nedeniyle bir çalışma konusu olarak erkeklik belirginleşmemiş olabiliyor. Yoksulluğun erkeklikle ne alakası var diye düşünmek yerine yoksulluk nasıl bir erkeklik üretiyor demek lazım. Günümüzde hiçbir kimliğin bir tamlık, bütünlük oluşturmadığı, krizlerle ilerlediği, toplumsal olarak sürekli kontrol altında tutulduğu giderek daha yaygın bir şekilde konuşulur oldu; erkeklikler de giderek daha yaygın bir biçimde hem fail hem mağdur kimliği içinden değerlendirilecek.

Yaralı Erkeklikler 12 Mart romanları üzerinden erkekliği inceliyor, çalışmada romanları seçmenizin önemi nedir? Erkeklik çalışmaları genelinde konuşursak alanın sinema-edebiyat ile ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Romanlar üzerine çalışmayı seçtim çünkü bu romanların hem insan hakları ihlallerinin yaşandığı ve gazetecilik faaliyetlerinin yürütülemediği bir dönemin tarihini kayda geçirmek gibi bir amaçları var hem de toplum-birey ilişkisine yakından bakıyorlar. Sinema çalıştığım bir alan değil bu nedenle ikinci soruya nasıl cevap vermem gerektiğini tam bilmiyorum. Şöyle söyleyebilirim: Edebiyatta da sinemada da erkeklik temsilleri çalışılıyor; erkekliğin kültürel olarak nasıl bir kuşaktan diğerine aktarıldığı, erkeklik temsillerinin nasıl değiştiği veya aynı kaldığı konuşuluyor. Bu anlamda sanatın her türlüsü, akademik olarak çok da erişemediğimiz alanları aydınlatıyor. Erkeklerin, erkeklikleri hakkında ne düşündüğü konusu sağlam veri toplanabilen bir alan değil ve bunun çeşitli nedenleri var. Erkeklerin açıklıkla konuşmasının önünde, grup psikolojisinden tutun kültürel kodlara kadar pek çok engel var; erkekler şimdiye kadar bu konuda hiç samimiyetle düşünmemiş de olabiliyorlar. Konuşmak da erkekler arasındaki gizlilik sözleşmesinin ihlali gibi algılanabiliyor. Örneğin askerlik, belki erkeklerin anlatmayı sevdikleri bir konu gibi görünür ama aslında orada nelerin yaşandığı dışardakilerle (erkek olmayanlar) çok ender açıklıkla paylaşılır. Bir roman veya bu konuya eğilen bir film, erkeklerin açıkça konuşamadıkları şeyleri onlara kurmaca karakter üzerinden söyleme şansı veriyor. Yatılı okul ve burada yaşanan zorbalıklar da benzer şekilde daha kolay konuşulabilen şeyler haline geliyor, edebiyatta veya sinemada. Sanat zaten biraz da bunun için var.

Genelde cinsiyet çalışmaları kimlik siyaseti kapsamında düşünüldüğü için ortodoks Marksistlerce zaman zaman temkinli yaklaşılıyor. Çalışmaya baktığımız zaman bir sınıf perspektifinin de göze çarptığını söyleyebiliriz. Acaba çalışmadaki materyalin 12 Mart romanı olmasının bir etkisi midir? Bu konuya dair neler söylemek istersiniz?

Ortodoks Marksistler derken kimi kastettiğinizi bilmiyorum ama kimlik siyasetlerine pek çok farklı eleştiri getirildiği doğru. Her siyasetin körleştiği noktalar olabiliyor. Bugün örneğin, çevre siyaseti için Chico Mendes’in “Sınıf farkındalığı olmadan yürütülen çevre siyaseti sadece bahçevanlıktır” sözünün paylaşıldığı bir pankart gördüm. Yaralı Erkeklikler’de sınıf perspektifi var çünkü o dönemin bir gerçekliği olarak öne çıkarılan bir şey sınıf. 1970’lerin gerçekçi edebiyatı sınıfsal temsillere sırtını yaslayan bir edebiyat. Bugün edebiyatta işçi sınıfını daha az görüyorsak, bu sınıf meselesi artık temsil edilemeyen bir şeye dönüştüğü için veya edebiyat bu temsillere sırtını yaslamaktan tamamen vazgeçtiği için değil, edebiyatın popülerlik ivmesini başka unsurlar artırdığı ve yazarlar da bu unsurlara yöneldikleri için. Sınıfı ve toplumsal cinsiyeti “biri önemliyse öteki önemli olamaz” şeklinde ele alınacak iki konu olarak görmüyorum. Hayatta her şey sınıfsal, her şey cinsiyetli, her şey politik. Ortodoks Marksistlerle de erkeklik konuşacağız kısacası, öyle veya böyle.

İncelediğiniz romanlarda sol görüşlü yazarların romanlarında sağdan yazanlara göre karşıt kampa ilişkin temsillerin yoğunluğu benim anladığım kadarıyla çok daha az. Siz ne dersiniz bu konuda?

Soldan bakan yazarların romanlarında hesaplaşma devletle, zira mücadele ve müzakere devletin çizdiği çerçeve içinde yaşanıyor. Pek çok romanda devlet görevlileri, sorgu memurları, emir komuta zincirini ve bu zincirdeki problemlere işaret etme imkânı veren çeşitli figürler var. Karşıt kampı hedefe alma daha çok sağdan bakan yazarların alternatif tarih anlatısında karşımıza çıkıyor. Devletin kutsiyetine olan inançları oradaki eleştirel çerçeveyi bu tarafa büküyor. Romanlarda, toplumsal problemlerin çözümünde öncü bir rol oynayan, halkı arkasına almaya çalışan ama onunla tam olarak uzlaşıp uzlaşmadığı konusunda aklı karışık, çatışmalı bir erkeklik söz konusu ve bu her iki tarafa da benzer sorgulamalar yaptırıyor. Hayatlarını feda ederek memleketi kurtarmaya çalışan erkekleri, kendilerine, “Ne işe yarayacak bizim bu fedakârlığımız?” diye sorarken buluyoruz. Burada alttan alta kırılgan bir narsisizm var. Kibirlenmeci, büyüklenmeci bir narsisizm değil; fedakârlığının anlaşılmasını isteyen, bunun üzerinden tanınmayı talep eden, değerlerini bu onaylamadan devşiren bir tür erkeklik böylece karşımıza çıkmış oluyor.

İncelemenizde bir “dişi erkeklik” kavramından bahsediyorsunuz. Özellikle de Emine Işınsu’nun “devrimci” bir roman karakteri üzerinden çok net biçimde tarif edilebiliyor bu kavram. Bize bu kavramdan biraz bahsedebilir misiniz? Buna ek olarak sizce bu dişi erkeklikle devrimci temsil arasında bir bağlantı var mıdır?

“Dişi erkeklik” toplumsal cinsiyet araştırmalarında kullanılan bir kavram. Jack Halberstam’ın 19. yüzyıldaki örneklerinden bugüne kadınların erillik rollerini incelediği bir kitabı var. Emine Işınsu’nun Sancı romanında devrimciliğe özenen genç bir kadın karakter var: Leyla. Bu kadının taklide yeltendiği sertlik rolleri eleştiriliyor. Kadın olarak kendi kırılganlığını reddedişi “erkekleşmesi” olarak adlandırılıyor ve tehlikeli bulunuyor. Devrimciliğin bir tür saldırganlıkla ve şiddetle özdeşleştirilmesini pekiştirmek için romandaki tüm devrimciler kadın bedenlerine hoyrat davranan, onları kullanan kişiler olarak belirginleştirilmiş. Diğer yandan, romandaki anti-komünist, ülkücü erkekler ise tam tersine mecbur kalmadıkça şiddete başvurmayan kişiler. Roman dişi erkekliği bir tür olumsuzluk olarak işaretliyor. Burada tehlikeli bir sınır aşımı olduğuna dikkat çekmeye çalışılıyor. Esasen burada gösterilen, kadınların kendilerine eşitlik vaat eden bir ideoloji içinde kullanıldıkları ve bunu fark etmeleri gerektiği. Bu romanda bana ilginç gelen, kendi kararlarını veren ve korunmaya ihtiyaç duymayan kadın figürünün yarattığı tedirginliğin izini sürmek oldu. Bu özgürlükçü kadın tipi, sadece erkeklerde değil, düzen içerisindeki uyumlu kadınlarda da bir tür panik yaratıyor; romanın korku taktiklerine başvurmasının altında da bu kadın tipinden duyulan tedirginliğin izleri var. Bu uyumsuz kadın, nasıl bir ideoloji içinde olursa olsun, kendi seçimlerinde direterek düzenin bozulmasını sağlayacak bir potansiyele sahip. Devrimciliğin yıkıcılığını da bu nedenle tümüyle üstleniyor.