Alışılmışın Dışında Bir Bellek Çalışması: “Toplumlar Nasıl Anımsar?” Üzerine Bir İnceleme | Elif Enez

0
2817

Paul Connerton, bellek çalışmalarıyla tanınan İngiliz sosyal antropoloğudur. Eserlerinin ana teması genel olarak insan ve toplum, kent, kentleşme, modernleşme ve kültür kavramları etrafında şekillenir. Çalışmalarında Horkheimer, Adorno, Benjamin ve Marcuse gibi isimlerden etkilenmiştir.

Toplumlar Nasıl Anımsar? kitabı üç bölümden oluşmaktadır: Toplumsal Bellek, Anma Törenleri ve Bedensel Pratikler. Kitabın girişinde okuyucuya bellek konusunda diğer düşünürlerle ortak noktalarını ve bu düşünürlerden ayrıldığı görüşlerini ifade eder. Belleğin yalnızca bireysel bir yeti olmadığını söylerken; bazı düşünürlerin belleği yalnızca kolektif bellek ya da toplumsal bellek olarak sınırlamasını da eleştirir. Onun bellek yaklaşımı genel olarak ‘İnsan gruplarının belleği nasıl taşınır ve nasıl korunur?’ sorusu ile şekillenir. Buradaki grup kavramının, hem yüz yüze birbiriyle ilişki halinde olan küçük grupları hem de üyelerinin tamamının birbirlerini şahsi olarak tanıyamayacak kadar büyük toplumları içine alan ulus devletleri ya da dünya dinlerini kapsayan esnek ve geniş bir anlamı olduğunu söyler.

Birinci bölümde belleğin kendisinin, bizim geçmişle ilgili bilgilerimize dayandığını belirtir. Ona göre günümüzü, geçmişin olaylarıyla ve bu olayların o anda algılayamadığımız nesneleri bağlamında yaşarız. Connerton’a göre bu, şimdiki zamanı geçmiş yaşantımızdan ne ile bağlantı kurarsak ona göre yaşayacağımızı gösterir. Connerton kuşaklar arası çatışmayı da bu bağlamda ele alır. Ona göre ortak bir geçmişin var olması, ortak deneyimler ya da ortak varsayımlar demek değildir. Bu net bir şekilde kuşaklar arası çatışmalarda görülür; çünkü kuşaklar birbirlerinden, zihinsel ve duygusal anlamda kopuk olabilirler. Bireylerin ortak bir toplumsal düzen içinde bulunmaları, ortak anıları olması, bellekte aynı şekilde kodlanamayabilir. Bu farklılık, kuşaklar arası çatışmayı doğurabileceği gibi bir yabancılaşma etkisini ve zihinsel sarsılmayı ortaya çıkarabilir.

Connerton geçmişin imgelerinin ve geçmişten anımsanan bilgilerin törensel denilebilecek uygulamalar ve performanslarla taşınıp sürdürüldüğünü söyler. Bu savını Fransız Devrimi’ni örnek vererek açıklar. Çünkü Fransız Devrimi’nde gözden kaçırılan bir durum vardır: devrim, onun ifadesiyle, hem kelle uçurmayı (idam) hem de kıyafet değişikliklerini kapsar. Yani anımsama ve bedenlerin daha önce düşünemeyeceğimiz şekilde bir araya geldiği bir devrim söz konusudur. Buradaki anımsamanın bireysel olmaktan çok kültürel olduğunu da ekler. İdam gibi törensel ve uygulayımsal (performatif) bir eylem, Connerton tarafından bir anma töreni olarak görülür. Çünkü geçmişten bilinen bu törensel eylem topluma bir şeyler anımsatır. Fransa Kralı 14. Louis’nin yargılanıp idam edilmesi çok daha genel bir olguyu ifade eder; yıkılanın yerine gelen yeni rejimin buyruğunun ifadesi. Bu idam yalnızca bir kralın öldürülmesi anlamına gelmez, çünkü zaten yüzyıllar boyu krallar öldürülmüştür. Bu idam, bir siyasal sistemin yürürlükten kaldırılması anlamına gelir. İşte bu örnek üzerinden Connerton toplumsal bellek, anma törenleri ve bedensel pratikler hakkında bir sav ortaya koyar: öldürülen, kralın etten kemikten bedeni değil, siyasal varlığıdır. Bu noktada rejimlerin toplumların belleğine olan etkisine de değinir. Tam da ondan beklenen şekilde uç bir örnek olduğunu belirterek, devlet aygıtının, yurttaşların belleğini silme yolunda sistemli bir yaklaşım geliştirdiklerini, bunu tüm totaliter rejimlerin yaptıklarını söyler. Ona göre totaliter rejimler, bir ülkeyi ulusal belleğinden yoksun bırakmak istediklerinde sistemli bir unutturma yöntemini kullanırlar. Bu yöntem genel olarak zamanın tarihçilerinin görevlerinden alınması, yazarların ya da habercilerin işlerinden edilip mahkûm edilmesi, susturulmasıyla işler. Kısacası geçmişin tanıklığını yapacak kimseyi bırakmaz. Connerton tüm bu unutturma sisteminin karşısında, tarih üretme etkinliğinin daha az resmi bir yönü olan, kültürel bakımdan yayılmış bir olgudan bahseder: ortak bellek. Bu noktada yine akla gelmez bir örnek verir. Köy dedikodusu diye adlandırdığı bu örnekte, anlatıcılara ve dinleyicilere sahip olan köyün resmi olmayan yollarla kendi komünal tarihlerini oluşturduklarını söyler. İşte toplumsal ve ortak belleği unutturamayacak olan şey, ona göre bu etkinliklerin hiçbir zaman sona ermemesidir.

Connerton bu bölümde üç bellek türünden bahseder: kişisel bellek, bilişsel bellek ve alışkanlık belleği. Kişisel bellek geçmişte yaptıklarımız ve kendimizle ilgili görüşümüzün önemli bir bölümünü saklar, bu nedenle kendimizle ilgili kavrayışımızı oluşturur. Bilişsel bellek geçmişte maruz kalınan bilişsel ya da duyusal bir durumun ya da bu durumun getirdiği ürünün sonucunda oluşur. Üçüncü bellek türü olan alışkanlık belleğine baktığımızda, söz konusu bilginin ne zaman, nerede edindiğini anımsayamadığımız; ancak bildiğimiz ve başkalarına da gösterdiğimiz alışkanlıkları belirttiğini görürüz. Connerton bu bellek türünün büyük ölçüde ‘savsaklandığını’ dile getirir. Ona göre psikanalistler kişisel belleği bireylerin yaşamöykülerini araştırma yolunda incelemiş; psikologlar bilişsel belleği evrensel yeteneklerin nasıl çalıştığını araştırmalarında ele almış, ancak alışkanlık belleği ayak basılmamış bir alan olarak kalmıştır. Connerton bu noktada toplumsal alışkanlıklara dikkat çeker. Ona göre toplumsal alışkanlığın anlamı, başkalarının beklentilerine dayanır; bu niteliğiyle toplumsal alışkanlık, toplum tarafından onaylanan (meşru olan) ya da onaylanmayan (meşru olmayan) bir performans olarak uygulanabilirlik taşımalıdır. Ona göre toplumsal alışkanlıklar özünde meşrulaştırıcı performanslardır. Connerton, bu noktada Maurice Halbwachs’ın bellek çalışmasından yararlanır. Halbwachs’a göre bireyler, başkaları onu anımsamaya kışkırttığı için anımsar, yani karşısındaki ona bir soru yöneltir ve birey ona cevap vermek için anımsamaya odaklanır, başkalarının belleği bireyin belleğine yardıma gelir ve bireyin belleği başkalarının belleğinden destek alır. Bu nedenle Halbwachs, ne kadar kişisel olursa olsun, anımsamamızda; parçası olduğumuz toplumun, yerlerin, tarihin maddi ve manevi katkısı olduğunu söyler. Connerton, Halbwachs’ı araştırmasının temelinde kolektif belleği oturtmasına karşın, geçmişin imgelerinin bir ölçüde tören uygulamalarıyla taşınıp korunduğunu göremediği için eleştirir.

İkinci bölümde anma törenlerinin diğer öteki törenlerle karşılaştırıldığında ayırt edici iki özelliği üzerinde durur. Bunlardan birincisi biçimcilik diğeri ise uygulayımsallıktır. Yani bu törenler, belli bir biçimi olan ve bu biçime uygun bir performatif özellikler taşıyan törenlerdir. Connerton bu özellikleri sayesinde anma törenlerinin bellek destekleyici araçlar olarak etkili bir biçimde işlev gördüklerini söyler. Ona göre bu törenlerin en önemli özelliklerinden biri de sürdürülebilir ve tekrarlanan törenler olmasıdır. Toplumsal belleği taşıyıcı bir işlevleri vardır. Anma törenlerindeki anımsanan şeyin, kişisel ve bilişsel belleğin, kolektif olarak örgütlenen değişik bir biçimidir. Connerton bu törenlerde sık kullanılan ‘biz’ biçimindeki çoğul durumun, bir grubun tek bir bedenmişçesine davrandıkları ortak bir eylemin var olduğunu simgelediğini söyler. Bu biçimdeki bir dayanışma zamirinin tekrar tekrar söylenmesi topluluğu oluşturan önemli dinamiklerden biridir. Böylece topluluğun ilk kuruluşuna şahit olmayanlar dahi tarih boyunca tekrarlanan ‘biz’ dili ile topluluğun kuruluşundaki gerçekliği birbirlerine aktarmış olurlar. Bundan dolayıdır ki Connerton tören dilinin gündelik dilden daha basit ve belirli kelime dağarcığına, sınırlı kalıplara ve tonlamalara sahip olduğunu vurgular.

Üçüncü bölümde, bir önceki bölümde bahsettiği anma törenlerinin alışkanlık haline gelmesinde belli bedensel pratiklerin etkili olduğunu söyleyen Connerton; anma törenlerindeki bedensellik noktasına dikkat çeker. Ona göre söz konusu törenler geçmişi ve geçmişteki olayların yeniden bir canlandırılması haline gelerek belleğimizde yer tutar. İşte bu canlandırılmaların önceden belirlenmiş bedensel davranışlara dayandığını öne sürer. Connerton yine özgün ifadesiyle ‘belleğin, geçmişten çökertilmiş bir tortu ve geçmişin bedende bıraktığı bir birikinti olduğu’ söyleyerek belleğin iki eylem ve toplumsal pratik etrafında şekillendiğini söyler. Bunlardan birincisi bedenleştirme pratiği(incorporating practive), ikincisi kaydetme pratiği(inscribing practive)dir. Bedenleştirme pratiği ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, bedenle bütünleşmiş mesajları içerir. Örneğin birinin karşısında gülümseme, el sıkma, selam verme gibi. Kaydetme pratiği ise amaçlı eylemlerimizin bir ürünüdür. Örneğin bilginin depolanması ve depodan çıkarılışına yarayan yazı, baskı, ses kayıtları, fotoğraflar, ansiklopediler, bilgisayarlar gibi çağdaş araç ve gereçlerin hepsi bu pratiğin bir ürünüdür.

Connerton, kültürel olarak belli bazı bedensel duruşların, davranışların ve öğretilerin bellekte tutulmasının bedenleştirme pratiklerinin bir örneği olarak görülebileceğini söyler. Kadın ve erkeğin kendilerine uygun görülen biçimde oturmalarını, oğlan ve kız çocuklarının oturuşlarının sözle ya da jestlerle bir şekilde düzeltilmesine bağlar. Ancak bu düzeltmelerin genelde ‘kızlar böyle oturmaz’ ve ‘erkek gibi otur’ şeklinde yapıldığının üzerinde de durur. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu kültürel yerleştirmeler bilinçli olmasa bile otomatikleşmiştir. Bundan dolayı, çevresindeki herkes ayaktayken birinin onlardan yüksek bir yerde oturmasının nedeni bellidir, bir odaya biri girdiğinde diğer herkes ayağa kalkıyorsa bunun bir sebebi vardır, birinin karşısında reverans yapılıyor ya da eğiliyorsa bu bir mesaj içerir. Bunlar topluluk etkinliklerinin aldığı şeklin yalnızca birkaç örneğidir ve bu etkinlikler belli durumlarda bellekten bilince çağırılarak gerçekleşir. Connerton’ın bu konudaki temel savı bu uygulayımlar ve performansların bize bir beden belleği sağlamasıdır. Bu bölümün devamında Connerton, bir sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin, bedenleştirme pratiğinden kaydetme pratiğine geçiş olduğunu söyler. Yazının etkisi, kayıt araçlarıyla, kişiden kişiye geçen herhangi bir açıklamanın değişmez biçimde kalıcı ve düzenleniş sürecinin kesinlikle kapalı olmasına dayanır. Böylece bu pratiklerdeki doğaçlama giderek güçleşir ve yenilikler kurumsallaşır. Bu sava örnek olarak Erasmus’un 1530 tarihinde yazdığı Çocuklar İçin Görgü Kuralları Hakkında adlı bilimsel incelemesini ve Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci adlı yapıtını örnek olarak gösterir. Erasmus, ‘dış görünüş görgüsü’ dediği davranış kurallarını kitabında bir bir sayar; bedenin taşınması, jestler, duruş, oturuş, yüz ifadesi, giysinin düzeni ve yeme içmenin gerçekleşmesi gibi pratikleri ‘içteki kişiliğin dışta dile getirilmesi’ olarak görür. Elias ise kitabında çağdaş Batı sofrası göreneğinde tek tek pratiklerin uzun bir süreyi kaplayan tarihsel bir süreç içinde yavaş yavaş bir görgü kuralları takımı oluşturduğunu işler. Connerton, sayılan bu pratiklerin, bedenin; belli bir tarihe özgü görgü kuralları dizisi, ahlaksal değerler yüklenmiş teknik beceriler olduğunu söyler. Connerton bölümün sonunda, bedenin toplumsal olarak kurulduğunu ifade eder. Ona göre her grup, korunması konusunda endişe duyduğu değerleri ve kuralları, bedensel otomatiklere emanet eder. Özetle Connerton’un anlatısı toplumsal belleğin, çeşitli anma törenlerinde izlerinin bulunabileceği, bu izlerin uygulayımsal yani bedensel olduğu fikrine dayanır. Kitabında bizlere ‘bedensel toplumsal bellek’ dediği savını böylece açıklar.

Özetle Connerton; toplumsal belleğin her gün maruz kaldığımız törenlerin ve bu törenlerde bilinçli ya da bilinçsiz uygulanan bedensel pratiklere göre şekillendiğini söyler. Belli bir biçime bağlı olmayan (enformal) bedensel pratikler ile belli bir biçimde ve özellikle sunulan (formal) törenler bir araya gelerek toplumsal belleği oluştururlar. Connerton’un bu çalışması özellikle sosyal bilimlerde bir inceleme konusu olarak insan bedeninin gözden kaçırılmamasının gerekliğine vurgu yapar. Yalnızca bedene karşı tutumlar ya da bedenlerin nasıl algılandığı ile ilgili çalışmalarda değil, bedenin bir bilgi nesnesi olarak toplumsal çalışmalarda yararlanılması gereken bir inceleme alanı olduğuna dikkat çeker. Beden ve onun başrolü oynadığı törenler, belleğin aktarılıp sürdürülmesinde ve alışkanlık edinilmiş uygulayımların devamlılığında önemli bir rol oynarlar. Bu savlar çerçevesinde eser,özellikle sosyal antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi sosyal bilimler alanında insan ve toplum kuramları çalışmalarında mutlak suretle yararlanılması gereken bir eserdir. Yazarın alışılmışın dışında örnekleri ve özgün tanımları akılda kalıcı bir anlatım sunar. Bu bakımdan Toplumlar Nasıl Anımsar? hem kültürel hem bilimsel örnekleri dahilinde, bellek çalışmaları için bir ders kitabı niteliğindedir.

Kaynak : Connerton, P. (1999). Toplumlar Nasıl Anımsar? (çev. Alaeddin Şenel), Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.