Aklın Eril Yapılandırılışı Karşısında Kadın | Barış Çokaz

0
920

Feminizm, kadınların haklarını tanıyarak bu hakların korunması amacıyla eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik muhtelif ideolojilertoplumsal hareketlerle beraber  kitle örgütlerinden oluşan harekettir. Kelimenin köken olarak Latince “femina” ve onun Fransızca türevi olan “féminisme” kelimesinden geldiği belirtilir. Söz konusu olan bu kavramın oldukça yanlış ve saptırılarak kullanıldığı açıktır. Bu durum bell hooks’un da dikkatini çekmiştir ve en sade haliyle feminizmi şu şekilde tanımlamıştır:“Feminizm, cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürüyü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir harekettir.”[1] Dolayısıyla bu kadın hareketi doğrudan kadınları ilgilendiren ve dolaylı olarak kültürümüzü ilgilendiren konularda bilinç uyandırmıştır.

Feminist kuram, kendisini yenileyen bir kuramdır. Bu hareketin tarihine bakıldığında bu kadar yeni ortaya çıkması ve çeşitlenmesi, kendisiyle hesaplaşabilmesi feminist kuramı daha yenilikçi yapmıştır. Kaleme alınan bu çalışmada söz konusu olan kadın hareketi çerçevesinde doğa, kültür ve iş bölümü kavramları üzerinden eril toplumun karşısında olan kadına bakılacaktır. Kadının doğa karşısında duruşu nedir, kültürün dolayısıyla toplumun kadına bakışı nasıldır, düşünürler kadınlar üzerine neler yazmıştır vb. sorular geniş bir çerçevede tartışılacaktır.

Kadın ve Doğa

Françoise Héritier, Kadınların En Güzel Tarihi adlı kitabında aklın eril yapılandırılışı karşısında kadına hatta en genelde kadının ne olduğuna bunlarla beraber bir kadın olarak erkekler dünyasında nasıl yaşanır gibi sorulara cevap arar. İlkin günümüze baktığımızda ne yazık ki hep şu cümleleri işitiriz: “Kadın cinsi zayıftır, kadın boyun eğendir, kadının görevleri vardır!” Söz konusu olan bu cümleleri de eleştiren yazar, “Kadın doğasının özgürce yaşanabildiği huzurlu bir dönem oldu mu hiç?” diye sorar. Onun kaleme aldığı çalışma bizleri ilkel döneme kadar götürür, kitabın felsefi ve antropolojik bakış açısı bizlere geniş bir perspektif sunar.

Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımı ilkçağlardan beri süregelmiştir. Hatta bunu Françoise Héritier bizlere adım adım açıklamıştır.Héritier, erkeğin değerinin kadının değerinden yüksek olduğunu ifade eder. Bunun sebebi sorulduğunda ise kadınların takas olarak kullanılmasına bağlar. Hiçbir zaman hiçbir yerde erkek takasının olduğu duyulmamıştır. Bu noktadan Antik Çağ felsefesine uzandığımızda Platon ve Aristoteles gibi isimlerinde kadını doğa ile eşit tuttuğuna işaret edilebilir. Örneğin, Platon Şölen isimli kitabında bu durumu şu şekilde belirtir: “Niye böyle üç cinsiyet vardı ve niye bu şekildeydi bunlar? Erkek başlangıçta Güneş’in, dişi Dünya’nın, her ikisinden pay alan cinsiyet de Ay’ın soyundan geliyordu…”[2] Bu cümlede de açık olduğu gibi erkeğin aslında gökyüzünde daha üstte bir yerde olduğu ve kadının doğada, yani yeryüzünde olduğu eril bir akıl ile ifade edilir. Hatta kadın, yeni bir can doğurduğundan dolayı kadına toprak ya da tohum imgesi yüklenir. Ataerkil sistemde ne yazık ki bu tip düşünceler söz konusudur ve bu duruma en güzel örnek Firdevs’in[3] hikâyesidir…

Elbette her iki cins arasındaki fark sadece bunlara bağlı değildir. Bunlarla birlikte biyolojik-fizyolojik fark ve kültürel farklar cinsiyetçi söylemlere kapı aralamıştır. Söz konusu olan cinsiyetçi söylemler, üzerinde durulması gereken ve en az okyanus kadar derin olan bir konudur. Günümüz çağına bakıldığında içinde yaşadığımız çağa; “düşünmeden konuşulan çağ”, demek mümkündür. Öyle ki kavramların derinliğine ulaşamadığımız vakit cinsiyetçi söylemler doğar. Biz düşünen insanlar olarak, doğan bu cinsiyetçi söylemi düşüncelerimiz ve günlük konuşma diline önem vermemiz ile batırabiliriz. Héritier, kadının toplum içindeki yerini değiştirmek için önce düşünce sisteminin değişmesi gerektiğinin altını çizer ve bunun da dil ile mümkün olacağını vurgular.[4] Héritier’e göre, sözcüklerin nitelikleri, örneğin bilim adamı yerine bilim insanı, insanoğlu yerine insanlık diyerek sorgulanabilir.

Kadın ve Kültür

İnsanlığın geçmiş dönemlerden bu yana kadına olan bakış açılarına değindik. Eril düşüncenin kadına bakışı sadece bunlarla sınırlı olmayıp aynı zamanda kültürde de kendini göstermiştir. Mesela Hıristiyan kültürü, Eski Yunan ve Roma kültürlerinden farklı olarak cinselliği günahla ilişkilendirmiştir. Dönemin ileri gelen isimleri tarafından kadının bilgi sahibi ve kültürlü olmasının tehlikeye yol açacağı savunulmuştur. Bu noktada Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabında, kadın yazarlardan neden bir Shakespeare çıkmadığı sorusuna yanıt aranmış; daha sonra kadının toplumda bastırılması, geri plana indirgenmesinin nedenleri irdelenmiştir. Nedenler arasında ve toplamında erkeklerin kendilerini yüceltme isteği ve kadınları kullanarak bu isteklerini gerçekleştirdikleri türü saptamalarla belirginleşen erkeklerin egemen dünyasının bütün ağırlığının olduğu saptanmıştır.

Virginia Woolf’e göre kadınların özgürce, kimsenin dayatması altında kalmadan yazabilmesi için başlangıçta gerekenler, kitabın da adını aldığı ve kadının özgür, özerk dünyasını sembolize eden kendilerine ait bir odalarının ve ekonomik bağımsızlıklarını temsil eden bir miktar paralarının olmasıdır. Woolf şöyle yazar: “Kendi kendime, kadınların içinde yaşadıkları koşullar nelerdi, diye sordum.”[5] Bu cümleden de anlaşılacağı üzere kadının kendine ait olmadığı bir koşul söz konusudur. Virginia Woolf tarihsel süreç içerisinde edebiyatın erkek egemenliğine yaslanan bir ideolojiden beslendiğini ve eril bir yapıda devamlılık gösterdiğini iddia eder. Woolf, kadının ikincil statüde görülmesi konusundaki düşüncelerini; üniversitede, kadın olduğu için çimlerden yürüyemediğini, kütüphaneye alınmadığını ve canını çok sıkan benzeri uygulamalara maruz kaldığını[6] söyleyerek somutlamıştır. Bu noktada feminizmin asıl zemininin eğitim konusundaki ayrımla başladığını vurgulamak istemiştir. Eğitimde var olan bu ayrıma sadece Woolf değil aynı zamanda Mary Wollstonecraft’ta değinmiş ve ulusal bir eğitimin olması gerektiğini ileri sürmüştür.

Tüm bunlardan hareketle Woolf, erkek egemen dünya görüşünün yasalarını yazdığı, ahlaki ve törel değerlerini şekillendirdiği bir dünya düzeni içinde ötekileştirilen ve değersizleştirilen kadın cinsinin ve kimliğinin her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da bir varoluş mücadelesine girmesinin kaçınılmazlığını vurgulamıştır.

Kadın ve İş Bölümü

Erkek aklının eril yapılandırılışı karşısında kadına, doğa ve kültür gibi kavramlar üzerinden bakmış olduk. Öyle ki cinsiyet ayrımının doğa ve kültür üzerinde nasıl şekillendiğini gördük. Bu ayrım sadece doğa ve kültür üzerinde şekillenmemiş iş bölümü alanında da kendini göstermiştir. Örneğin ilkel döneme geri gittiğimizde ilkin söz konusu olan şey nedir? Erkek ağır işler peşinde, tarlada, bağda ya da bahçede çıkar karşımıza. Dolayısıyla o dönemden bu yana iş bölümündeki ayrım ön plandadır. Söz konusu olan bu iş bölümü ya da sınıf ayrımı için Aksu Bora’nın Kadınların Sınıfı kitabına işaret etmemiz mümkündür.

Aksu Bora, ücretli ev hizmetlerini cinsiyet ve sınıf temelli ayrım ve eşitsizliklerin yaratıldığı, sürdürüldüğü ve bunlara karşı çıkıldığı gündelik pratikler içinde analiz etmesi açısından önemli bir çalışma sunar. Kitapta gündelik pratikler ve öznelliğin inşasına odaklanılması cinsiyet rejiminin toplumsal yapılarla ilişkilerinin ihmal edilmesine yol açmıştır.

Kitapta gerçekleştirilen görüşmeler, araştırma konularının (ücretli ev emeği, sınıf, kadın öznelliğinin inşası) geniş bir literatürle desteklenmesi, olgular arası etkileşimler göz önüne alınarak, kuramsal çerçeve ile ilişkilendirilerek detaylı analiz edilmesi, araştırmanın olumlu özelliklerini oluşturmaktadır. Yazarımız, Bourdieu’nun “sınıfın yeniden üretimi, habitus, sermaye (kültürel, sembolik)”, Young’ın “ev işi/yuva işi ayrımı”, Scott’un “idare sanatları”nı araştırmasında detaylı bir şekilde ele alması ve değerlendirmeleriyle kuramsal yenilik sunmaktadır. Kitapta ev hizmetlisi kadınların sınıfsal farkı nasıl deneyimlediklerini göstermeye çalışırken, orta sınıf kadınlık idealinin bu gücünü hesaba katarak bununla nasıl başa çıktıklarını, ne türden güçlenme stratejileri izlediklerini de göstermek amaçlanmıştır.

Yazarımız, kadınların ortak deneyimlerinin altında, ev ve ev işlerinin durduğunu vurgular. “Toplumsal cinsiyet” kavramını öznellik çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Kadınlık ve erkeklik, bu nedenle, birbirine simetrik biçimde kurulmazlar ve asimetrinin gerisinde, cinsiyetler arası eşitsizlik vardır. Bu noktada Aksu Bora şöyle der: “Toplumsal cinsiyet kavramı bambaşka yerlere çekilmiş, kavramsal açıdan zenginlik getirmek yerine, sahip olunan kimlik gibi algılanmıştır. Toplumsal cinsiyet ile sınıfsal fark, ırksal fark, cinsiyet farkı birlikte düşünülmüştür.”[7] Cinsiyet ayrımının süregeldiği ev kadınlığı, tarihsel bir konumdur yazara göre… Ev; temiz, masum bir yer diye tanımlanır. Erkek dış dünyadadır ve kadını, çocuğu bu temiz yerde bırakır şeklinde görülür. Hatta S. De Beauvoir da İkinci Cins başlıklı kitabında, ev kadınının zamanın dışında olduğunu ifade eder.[8] Kadın sadece şimdiyi sürükler ve sınıflaşmada ya da iş bölümünde biyolojik temel olmadığını vurgular.

Sonuç olarak bakıldığında feminist kuramın amacının görünmeyen ‘emeği’ görünür kılmak olduğu açıktır. Ana akım felsefede, aklın eril yapılandırılışı karşısında kadına üç temel kavramdan yani doğa, kültür ve iş bölümü kavramlarından, hareketle ilkel dönemin düşünce sisteminden günümüze kadar düşünce yürüyüşleri yaptık. Söz konusu olan “ev” ve “ev işi” kadınların alanı olarak algılanmamalıdır. Daha geniş toplumsal ve sınıfsal yapılarla ele alınmalıdır.  Kadının görevi diye bir şey söz konusu değildir. Her insanın kendi sorumluluğu vardır, insan kendinden sorumludur. Kadının ve erkeğin eşit olduğu bir toplum refah ve yaşanabilir bir toplum olur. Günümüz 21. yüzyılında yaşayan insanlar olarak hala ilkel çağdaki gibi düşünüyoruz. Böylesi aydınlık ve parlak bir çağda kadın üzerine görüşlerin ne denli karanlık olduğunu, günümüzde yaşananlardan hareketle görebiliyoruz

KAYNAKÇA

  • Bora, Aksu, Kadınların Sınıfı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018
  • Beauvoir, Simone de, İkinci Cins, çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, İstanbul, 1993,
  • El Seddavi, Neval, Sıfır Noktasındaki Kadın, çev. Selam Demiröz, Metis Yayınları, İstanbul, 2014
  • Hooks, Bell, Feminizm Herkes İçindir, çev. Ece Aydın/Berna Kurt, Bgst Yayınları, İstanbul, 2019,
  • Héritier, Françoise, Kadınların En Güzel Tarihi, çev. Yonca Aşçı Dalar, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014
  • Platon, Şölen, çev. Eyüp Çoraklı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014
  • Woolf, Virgiana, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020

[1] bell hooks, Feminizm Herkes İçindir, çev. Ece Aydın/Berna Kurt, Bgst Yayınları, İstanbul, 2019, s.9

[2] Platon, Şölen, çev. Eyüp Çoraklı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014, s.83

[3] Neval el Saddavi, Sıfır Noktasındaki Kadın

[4] Françoise Héritier, Kadınların En Güzel Tarihi, çev. Yonca Aşçı Dalar, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014, s.195

[5] Virgiana Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 47

[6] Virgiana Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 8

[7] Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018, s.49

[8] Simone de Beauvoir, İkinci Cins, çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, İstanbul, 1993, s.62